30 Nisan 2009 Perşembe

Yüregine Sağlık Sedat Reis

29 Nisan 2009 Çarşamba

Ülkücüler İçin 3 Mayıs'ın Önemi

3 Mayıs : Milliyetçilerin komüniste karşı DUR ! diyen toplu hareketidir.

3 Mayıs : Türk milliyetçilerinin bayramıdır.

3 Mayıs : bundan otuz iki yıl önce idealist ve vatanperver bir grubun o devrin dikta rejimine karşı başlattığı kutsal gayeli bir hareketin ilk adımıdır.

3 Mayıs : Türk milliyetçilerinin yeni bir hamleye girişmesinin başlangıcıdır.

3 Mayıs : Türk milletini ilimde,maneviyatta,teknikte en yükseğe çıkarma hamlesidir.

Zannediyor musun bu bir trafik kazası.. Abdullah Çatlı'yı odunla döve döve öldürdük.

Ergenekon davasının ikinci iddianamesine ilişkin 248 klasörden oluşan ve 2 DVD'ye kaydedilen 70 bin sayfalık ekleri dijital ortama aktarılması işlemi tamamlandı. Ergenekon davasının görüldüğü İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi'nin sanık sayısına göre çoğalttığı DVD'ler dün sanık avukatlarına verildi. Bu ek belgelere göre, sanık emekli generaller Ergenekon savcıları hakkında bilgi topladı. İkinci iddianamenin ekleri arasında yer alan gizli tanık 'Kıskaç', ifadesinde "Susurluk kazasında Mercedes'in arka sol koltuğunda oturan Abdullah Çatlı'nın sadece sağ kolunun kırıldığını, ancak olay yerine gelen JİTEM'cilerin odunla vura vura öldürdüğünü" ileri sürdü.

"ÇATLI'NIN SAĞ KOLU KIRILMIŞTI"
Gizli tanık Kıskaç'ın, 30 Kasım 2008 tarihinde alınan ifadesinde, Antalya JİTEM'de görevli başçavuş Hakan'ın kendisine, "Bütün uyuşturucu babalarını Abdullah Çatlı'ya biz vurdurduk, sonra o kendi çıkarları için çalışmaya başladı. Her şeyin bir sonunun geleceğini bilmeliydi. Zannediyor musun bu bir trafik kazası, bizde kayıtları var. Araç çarptıktan sonra Abdullah Çatlı sağdı. Sağ kolu kırılmıştı, yaralıydı. Araba sağ ön taraftan çarpmış, Abdullah Çatlı arka solda oturuyordu. Kolunu büktük, köpek gibi yalvarıyordu. Trafik kazasından değil, darptan öldü. Abdullah Çatlı'yı odunla öldürdük" dediğini iddia etti.

'KAZAYI JİTEM AYARLADI'
Kıskaç, başçavuş Hakan'a, Sedat Bucak'ı kastederek "Öbürünü niye öldürmediniz" diye sorduğunda ise "Antep'ten tut Silopi'ye kadar olan bölümde bir güzergâh var, bu adamın 14 bin silahlı adamı var, bu güzergâhı kaybetmek istemiyoruz' yanıtını aldığını aktardı. Kıskaç, başçavuş Hakan'ın daha sonra, Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanı Osman Nuri Oduncu'nun kazanın oluş şekliyle ilgili gerçekleri dillendirmeye çalıştığını, ancak onu kimsenin dinlemediğini söylediğini öne sürdü. Kıskaç, başçavuş Hakan'ın, Susurluk'ta meydana gelen kazayı kendilerinin ayarladığını, aracın arkasından JİTEM mensuplarının takip ettiğini, Osman Gürbüz'ün takip eden araçta olduğunu söylediğini iddia etti. Kendisine "Osman Gürbüz, Veli Küçük'ün adamıdır" dendiğini de ileri süren Kıskaç ifadesinde ayrıca şunları söyledi: "Bize çalış, sana kimlik çıkaralım, dokunulmazlığın olsun dediler. JİTEM terörle mücadale için kurulmuş bir birim olmasına rağmen terör hariç her türlü haraç ve koparma işleriyle uğraşıyorlardı." (Sabah)

23 Nisan 2009 Perşembe

SeDat PeKer ile Röportaj Çok Özel

Adı MİT raporunda ülkücü diye geçiyor. Korkut Eken’in kontrgerilla faaliyetlerinde kullandığı bir kişi olarak kendisinden söz ediliyor. Basında, Çatlı’nın yerini aldığı söyleniyor.



Sedat PEKER yanında bir dizi insan ile geziyor. PEKER ayağa kalkınca herkes ayakta, O, leb demeden yanındakiler leblebi demek istediğini anlıyor.



PEKER çok genç, 28 yaşında. Kendisine “Baba” veya “Mafya” denilmesinden hiç hoşlanmıyor. Çünkü, mafya kültürünün, öz kültürüne uzak düştüğünü düşünüyor.



Herkesten farklı. Hayat felsefesi çok değişik. Hem devlete saygılı hem devletinin kurallarına uymuyor.Suçlu bulduğunu takip etmekten hatta infaz etmekten çekinmiyor. Devlete saygılı olduğunu sürekli vurgularken, “kanuna aykırı bir şey yaparsam gidip teslim oluyorum ve cezamı çekiyorum” diyor. Ahlaksızlığa tahammülü yok. Hapishanede yatarken, orada arkadaşlık kurduğu birinin, karısını fuhuşa teşvik ettiğini anlayınca, çekip onu vuruyor.Hapisten çıkmasına bir gün kala bu eylemi gerçekleştiriyor. Ve bu yüzden bir yıl daha hapiste kalıyor.Sebebini soruyoruz, “Ahlaki değerleri muhafaza için fedakarlık yaptım” cevabını veriyor.



Hapishaneye ilk defa 17 yaşındayken giriyor. Sonra farklı senelerde 7-8 kere cezaevine girip çıkmışlığı var.



Ve bu değişik dünyanın farklı kişisiyle söyleşimize başlıyoruz.



ZIRHA İHTİYACIM YOK



-Basında adınız Ülkücü diye geçiyor. Ama yaşınız çok genç. 1980 öncesini bilmeniz imkânsız.



-Ülkücü hareketle, basında söylendiğinin aksine, 1980 öncesi veya sonrası hiçbir bağım olmadı. Şahsımın yapmış olduğu veya yapacağı bütün davranışların, üyesi olmadığım bir harekete mal edilmesini uygun bulmuyorum. Ülkücü babalık ve kabadayılık başkaları için bir zırh. Benim böyle bir zırha ihtiyacım yok.



-Size, Baba mı diyebiliriz, yoksa kabadayı mı?



-Babalık kavramı İtalya mafya kültüründen Türk toplumuna geçti. Bu insanlar, para için, hiçbir kutsal kavram gözetmeksizin eylem yapan maneviyatsız insanlardır. Halbuki kabadayılık kavramı Osmanlı'dan miras aldığımız, başkalarının hakkı için fedakârlık gösterebilen nitelikteki bir insan tiplemesidir. Manevi ve kutsal değerlere önem veren insan tipidir. Bu kelimeyi kendime yakın buluyorum.



-Başkaları için ne gibi fedakârlık yapıyorsunuz?



-Aile kültürümüz, bir arkadaşımız veya bir yakınımız sıkıntılı olduğunda gerekirse maddi, gerekirse manevi olarak her türlü fedakârlığı yapmayı emreder. Lise çağında arkadaşlarımı uyuşturucuya alıştıran insanları vurup yaraladım; hayatımı, sabıkalı olarak kendi ellerimle ipotek altına aldım. Bundan sonraki tüm yaşantımda, ihtiyacı olan insanlara vakıf ve dernek aracılığı ile yardım ettim, uyuşturucu ile mücadelemiz de devam etti. İnsanın yaptığı şeyleri söylemesi pek hoş değil. Soru karşısında cevap vermek durumundayım. Yapmış olduğum olayların tümünden yargılandım. Hepsi dost ve yakınlarım içindir.



-Nasıl devam etti uyuşturucu ile mücadeleniz?



-Konuyla mücadele eden çeşitli vakıflara, derneklere yardım yaptım. Bazen, bir çocuğun hayatını kurtarmak için bence biraz şiddete başvurmak gerekebilir.



-Devletin kolluk güçleri varken, neden bu işe siz karışıyorsunuz?



-Ailemizden almış olduğumuz kültür gereğince, devleti hep kutsal gördük. Devletimizin kolluk güçlerinin çalışmaları başarılı ve önemli. Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devleti ama, eğer bazıları, insanlara uyuşturucu satıp cezasını göze alıyorsa, biz de bu insanlara uyguladığımız şiddetin cezasını göze alıp, gerekirse cezaevinde yatıp, fedakârlık yapabiliriz.



-MİT raporunda kontrgerillanın bir ferdi gibi geçiyorsunuz. Halûk Kırcı, Drej Ali ve siz... Faili meçhullerle ilginiz var mı? Zaten olsa da söyleyecek değilsiniz, herhalde...



-Hukuk devletine saygılı olduğumuzu, inandığımızı söyledim. Faili meçhullerle ilgim yok. Biz bir şey yaparsak, yaptığımızı söyleriz.



AJANLAR CİRİT ATIYOR



-Kimse kabul etmiyor bu faili meçhulleri. Peki kim yaptı size göre?



-Diğer ülkelerin istihbarat ajanları sanki staj yapar gibi, ülkemizde geziyor. Bu insanların teknik takibleri bizim istihbarat birimlerimiz tarafından nasıl yapılıyor? Afrika'da bile, başka ülkelerin ajanları yakalanırken, Türkiye'de, hiç, karşı faaliyette bulunan ajan yakalanmıyor. Komşularımız tarafından sevilmediğimiz malûm. Bu ülkelerin istihbarat çalışmaları olduğu kanaatindeyim. Bu olaylara ağırlık verilirse neticeye gidileceğine inanıyorum.



-Ama faili meçhuller, daha ziyade Kürt işadamları, PKK'ya yardım edenler arasından seçiliyordu. Bizim düşmanlarımız niçin bunları öldürsün ki?



-Bu insanlar, yolladıkları uyuşturucuyu ABD, Almanya ve İngiltere'ye veya başka ülkelere gönderiyordu. Bu ülkelere giren tonlarca eroin, yüzlerce, onbinlerce gencin ölümüyle sonuçlanıyordu. Durum itibariyle siz ne kadar inanmasanız da, onbinlerce genci feda edeceklerine, yabancı istihbarat örgütleri, 5-10 kişiyi öldürmüş olabilir.



-Topal’ın cinayetiyle ilgili bilginiz var mı?



-Fındıkzadeli Ömer diye tanınan kişiyle tanışmışlığım yok ama şahsın öldürülmediğini anlayabilmek için çok zeki olmaya gerek yok. Normal zeka yeterli. Bu insan, manavda meyve satan, bakkalda ekmek satan biri değildi. 8 senelik kısa bir mazide, başka ülkelerin devlet başkanlarıyla görüşebilecek konuma gelmiş, geçmişi parlak olmayan bir şahsiyetti. 8 sene içersinde bu insanı buraya getiren gizili güçler, sanıyorum ki gene yurtdışıyla alakalı olan güçler, en sonunda bu insanı tarih sahnesinden silmişlerdir. Bizim halkımızda yaygın bir söylem vardır. O da şu; şeytan bile canı sıkılınca veya güçlenince kendi çocuğunu yok edermiş.



-Kim güçlendirdi de sonra sildi?



-Çevreden duymuş olduğum kadarıyla, doğruluk payın yüksek olduğuna inandığım, İsrail gizli servisi Mossad adına çalışan Yahudi ortakları Ömer Lütfü Topal’la tanıştıktan sonra, bu insanı bu konuma getirmiştir. Benim, bu insanlar tarafından yok edilmiştir diye kesin bir iddiam yok. Kendisi, bir çok kişinin ölüm kararını veren bir kişidir. Tarihte ki son, hep böyle olur.



-Yahudi ortak diyorsunuz. Benim bilfiğim onun ortağı Sami Hoştan.



-Hoştan, Sheraton’la ortak. Yahudi ortaklar ise onu bu hale getiren kişilerdir.



-Ama silahta Çatlı’nın parmak izi çıktı. Çatlı MOSSAD ile irtibattamıydı?



-Ben Çatlı’nın avukatı değilim. Yanlız gıyaben kendisini sevmiyorum desem yalan söylemiş olurum. Bir samimi diyaloğumuz olmadı. Parmak izinin muamma olduğunu düşünüyorum.



-Topal cinayeti İbrahim Şahin ile ilişkilendirildi.



-Sayın İbrahim Şahin’i birkaç kez bazı toplantılarda gördüm. Samimiyetimiz yok. Ama sadece basında yazan ve halk tarafından destek bulmayan spekülasyon haberler yüzünden cezaevinde yatan bir kişi olarak görüyorum. PKK son günlerde silahlı eylem yapmıyor. Çünkü yapmasına gerek yok. Onların öldürmek istediklerini biz canlı olarak tabuta koyuyoruz.



-Devlet sizi herhangi bir işte kullandı mı?



-Devlet denen kutsal kavramın, insan kullanmasını düşünmek bile bence çok saçma. Bu devletin içerisinde görev yapan bir çok insan var. Devletin bizi kullanmaya ihtiyacı yok. Şunu özellikle belirtmek isterim, devlet kutsal kavramdır, insan kullanmaz. Suça iştirak etmez.



ELİMİ SIKARMIYDINIZ?



-Basında Korkut Eken'in sivil bağlantısı olarak geçiyorsunuz.



-Sayın Korkut Eken, aile büyüklerimin dostudur. Ben de kendisini tanırım. MİT raporu olarak geçen, bence MİT tarafından yayınlanmayan, basın tarafından yoktan var edilen raporda deniliyor ki: 'Sedat PEKER, 1983'te Almanya'da Ülkücü faaliyetlerde bulundu' 1983'te 13 yaşındaydım. Eğer bu raporu gerçekten devlet görevlileri yazdıysa, onlara verilen maaşları geri almak lâzım. Sadece 1996 senesinde, eşimin ailesi dolayısıyla Almanya'ya gittim. Almanya'ya başka bir ziyaretim söz konusu değildir.



-Bir CHP milletvekili, kontrgerilla olarak sizin isminizi telâffuz etti. Çatlı öldü, ama geride Kırcı, Peker, Ali Yasak (Drej Ali) var dedi.



-Zannediyorum, bu kelimelerin sahibi Hasan Fehmi Güneş'tir. Ben kendisinin İçişleri Bakanlığı dönemini hatırlıyorum. Ama, bahsedildiği kadarıyla biliyorum. Sizinle telefonla görüşüp, muhabirinizi çağırsam, sonra da silâhla vursam, elimi sıkar mıydınız? Kendisinin emrinde çalışan kolluk güçlerini, Filistinli eylemciler vurdu. O da, teslim olunca, gidip onları öptü. Emrindeki görevlilere ancak bu kadar sahip çıkan, devlet adamlığı felsefesi bu yönde bir insan, kendi ülkesinin bir vatandaşını, yani beni ve diğer şahısları, rencide edeceğini takdir edemez. Devlete hizmet etmiş kişilerin, temeli olmayan dayanaklarla cezaevinde yatmalarına ne denli üzülebilir ki! O yüzden söylediği kelimeler, benim için değer ve anlamı olmayan kelimelerdir.



DEĞERLERİM AĞIR BASTI



-Drej Ali ile Kadıköy’de buluşup Söylemezler’in ölüm kararını aldığınız doğru mu?



-Ali Yasak ile Kadıköy’de buluşmadığımızı, cezaevinde yatan arkadaşlarımıza öyle bir talimat vermediğimizi daha önce kamuoyuna açıkladım. Ama, benim çekindiğimden dolayı bu cevabı verdiğimi düşünen varsa kelleme talip olan herkese, bu kelleyi altın tepsi içinde sunmaya hazırım. İlgililere duyurulur. Tabii o kadar güçlü olduğunu vehmeden, o kadar cesur insan varsa, sözüm onlaradır. Ben doğru konuşurum. Çekinmem demek istiyorum.



-Söylemezler bu açıklamayı neden yaptı? Ne alıp veremediğiniz var?



-Sedat Bucak’ın yakın bir arkadaşıymışım. Ondan dolayı öldüreceğim söylendi.Bucak aşiret reisi. Bize ihtiyacı olduğunu zannetmiyorum. Öyle bir düşüncesi olup olmadığından haberim yok. Varsa da gücü yeterlidir.



-Konuşmamızın başına dönelim. Uyuşturucu satıcılarına duyduğunuz nefret gençlik çağlarınızda arkadaşlarınızın bu kişiler tarafından mağdur edilmesinden kaynaklanıyor. Siz de uyuşturucu kullandınız mı?



-Ben de onlar yüzünden 8-10 ay kadar kullandım. Daha sonra, şanslıydım, manevi değerlerim ağır basması dolayısıyla uyuşturucuyu bıraktım. Ama arkadaşlarım benim kadar şanslı değildi. Çoğu eroine başlayarak öldü. Ben de, benim milletimin törelerinde kutsal kabul edilen askerlik görevimi bu yüzden yapamadım. Daha sonra, şunu sıkça düşündüm. Gene Türk törelerine göre, arkadaşının intikamını almayan kendi şerefini kaybetmiştir düşüncesiyle, bütün uyuşturucu satıcılarını kan davalı ilân ettim. Bu dava, iki taraf bitmeden bitmez. Biz arkadaşlarımızın intikamını kısmen de olsa aldık.



Nazlı ILICAK.
29 Mart 1997
Akşam Gazetesi.

Devlet adamı ve Lider olabilmek ....

Dağ başını duman aldı nerdesin, Nerdesin... SENİ arıyor gözlerimiz SENİ.

"Koyunun olmadığı yerde keçi kendisini Abdurrahman Çelebi zannedermiş" sözünün adeta tastiklendiği süreçten geçmekteyiz...

Elbette milletin ağzı tutulamaz, milletin düşüncesine de zincir vurulamaz ancak romantizmden uyanıp, medeni cesaretlerimizi ortaya koyarak gerçekçiliğe yeniden dönmemimizin vakti geldi de, geçiyor da...

"Burası Türkiye" olunca atan da çok, tutan da... Söylemlerin ve iddiaların biri, bir diğerini takip ediyor ama ortada ne bir tek eylem var, ne de bir tek plan veya proje.

Yani toplumu kendi bilgileri dışında ve istemedikleri halde etkileme veya yönlendirme süreci tüm hızıyla devam ediyor....

Hal böyle olunca "adam" bulmakta zor oluyor...
Her yer kıvıranlarla, dönenlerle, eğrilenlerle dolu ama "adam" bulmak gerçekten zor.

Memleket meselelerinde söylemler çok, hatta söylem olarak "her şey tamam" ama eylem adına adeta "tık!" sesi bile yok.

Ve herkes birbirinin gözüne bakıyor gibi...

PKK kendi dağlarımızda gizleniyor ve pusu kurup kaçıyor. Kinimiz düne göre bir kat daha artıyor ama sanki çaresizliğimiz de bir o kadar çok...

Toplumun nabzını yatıştırmak ve politik hesaplar üzerine kurulu bir kaç sözden başka bir şey duyamıyoruz.

Neden?

Çünkü "adam" yok galiba...

"Adam" olsaydı UNUTULANLARIN DIŞINDA YENİ BİR ŞEY OLURDU.

PKK'nın kökü ne Irak'a girmekle, ne de Büyükelçileri'n Dışişleri Bakanlığı'na çağrılmasıyla kazınır. PKK'nın kökü akılcı ve bilimci plan ve projelerle, bir o kadar da ortaya konulacak devlet adamlığı ve liderlikte kazınır.

Yani işte böyle...

Doğu Türkistan

Türklüğün ana yurdu Doğu Türkistan, bundan tam 46 yıl önce, 13 Ekim 1949'da, hür dünyanın gözleri önünde Kızıl Çin tarafından işgal edildi. Doğu Türkistan Türkleri, 45 yıldır insanlık tarihinin en korkunç zulüm, katliam ve asimilasyonuyla karşı karşıya bulunuyor. Bugün bu korkunç İstila hareketinin 46. yıldö­nümü sebebiyle yeniden hür dünyaya seslenmek istiyorum. Doğu Türkistan'da imha ve asimilasyon tehlikesiyle karşı karşıya bulunan Doğu Türkistanlı kardeşlerimizin yaklaşık yarım asırdır devam eden feryadına kulak verin. Yok olma tehliksiyle karşı karşıya bulunan kardeşlerinizi unutmayın.

Zatı Alilerinizin verecekleri her [urlu maddi ve manevi destek, diktatörlerin sonunu biraz daha yakınlaştıracaktır. Azerbaycan, İdil Ural ve Balı Türkistan'ı oluşturan Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan, Türkmenistan ve Tacikistan bağımsızlıklarını ilan ettiler. Bu Türk Cumhuriyetleri, yaşadıkları siyasi, ekonomik ve sosyal sıkıntılara rağmen dünya siyasi platformundaki şerefli yerlerini almak için büyük adımlar atarken, bağımsızlık hareketlerinin Doğu Türkistan'a sıçramasından son derece korkan Çinliler, Doğu Türkistan'da olağanüstü güvenlik tedbir­leri almaya devam ediyorlar.

Çin yönetimi, Batı Türkistan sınır boylarında yaşayan Doğu Türkistanlıları topraklarından koparıp ülkenin iç kesimlerine sürerken, boşalan yerlere emekli Çin Halk Kurtuluş Ordusu mensuplarını yerleştiriyor. İnsanca yaşama, egemenlik ve bağımsızlık bir tarafa, Doğu Türkistan Türkleri bugün, tarih sahne­sinden silinmemek için Ölüm kalım savaşı vermektedirler. Özellikle Çinliler'in, Doğu Türkistan Türkleri'ne karşı yürüttüğü nüfus, ekonomik, eğitim, karışık evlenme, mecburi doğum kontrolü ve atom deneme politikası, Doğu Türkistan Türkleri'nin benli­ğini ciddi şekilde tehdit etmeye başlamıştır,

1949 yılından önce 300 bin olan Doğu Türkistan'daki Çin nüfusu, Çin resmi kaynaklarına göre bugün 6 milyonu geçmiştir. Çinliler'in hedefi, uzun vadede Doğu Türkistan'a 100 milyon Çinli yerleştirmek ve kalabalık Çin nüfusu içinde Türkleri eritmektir.Doğu Türkistan Türkleri'nin yüzde 85'i çiftçidir. Çinliler'in 1981 yılından beri uygulamaya koydukları toprağı kiralama yönetimi Türk çiftçilerine hiçbir yarar sağlamamıştır. Devlete olan kira borcunu Ödeyemeyen yüz binlerce kişi toprağını iade etmeye başlamıştır. Önemli makamlarda oturanların tamamının Çinli olmasının yanında, ülkede bulunan işyerlerinin yüzde 90'ı yine Çinliler'e aittir. Bu yüzden Türkler arasında işsizlik oranı Çinliler'e oranla çok yüksektir.

Doğu Türkistan uranyum, platin, altın, gümüş, kömür ve petrol gibi yeraltı kaynaklarıyla çok zengin bir ülkedir. Doğu Türkistan'ın Tarım Havzası'ndaki petrol yataklarında yapılan araştırmalarda petrol rezervleri 20 milyar ton, doğalgaz rezervleri ise 30 milyar metreküp olarak hesaplanmıştır. Halen Doğu Türkistan'da yılda 7 milyon ton petrol üretilmektedir. Ne var ki, bu zenginliğine rağmen, Doğu Türkistan'da kişi başına düşen yıllık milli gelir fakirlik sınırının altında olup, 45-50 dolardır.

Günümüzde Doğu Türkistan'da okuma yazma bilmeyenlerin oram yüzde 60 dolayındadır. Yükseköğretim kurumlarındaki derslerin yüzde 75'i Çince olduğu için, yüksekokula gitmek isteyen Türk çocuklarının mutlaka çok iyi Çince bilmesi gerekmektedir. Nitekim, Türkçe eğitim yapan okullardan mezun olup, yüksekokullara kayıt olmak isteyen Türk öğrencilerin yüzde 97'si, Çince'si iyi olmadığı için giriş imtihanlarım kazanamamakta. Çince eğitim yapan okullardan mezun olan Türk talebeleri ise kendi anadilini konuşmamakta, meramını anlatamadığı için devamlı olarak Çince kelimelere başvurmakta ve geleneklerini unutmaktadır. Bugün gerçekte 35 milyona varan Doğu Türkistan Türkleri'nin nüfusu, Çin resmi kaynaklarında kasıtlı olarak 7,5 milyon gösterilmektedir. Doğu Türkistan'da yapılan bütün neşriyatın sadece yüzde 16'sı Türkçe'dir ve milli konularda yazılar yazmak da. ağır cezalarla yasaklanmıştır.

Türkleri eritmek için eski bir Çin yöntemi olan evlendirme yöntemine de başvuran yönetim, Çinlilerle Türkler arasında yapılacak olan evlenmeleri teşvik etmek için her türlü yola başvurmaktadır. Çinli bir kızla evlenen Türk erkeğine 500 dolar para yardımı yapılmakta, doğan çocuklar Çinli gibi yetiş­tirilmekte, Çin kayıtlarına Çinli olarak geçmektedir. Boşanmak İsteyen bir Türk erkeği ise Çinli karısına 2 bin dolar ödemek zorundadır ve bir Türk'ün bu parayı biriktirmesi imkansızdır. Çin yönetimi, bir taraftan da Doğu Türkistan Türkleri'ni eritebilmek için Çin anayasasına aykırı olmasına rağmen mecburi doğum kontrolü uygulamaktadır.

Çinliler, atom denemelerini Doğu Türkistan'ın Lop Nor bölgesinde yapmaktadırlar. 1964 yılından günümüze kadar bu bölgede toplam 40 atom denemesi yapılmıştır. Bu denemelerden sonra çevreye yayılan radyoaktif maddeler Doğu Türkistan'da 210 bin insanın ölümüne yol açmıştır. Halen Doğu Türkistan nüfusunun yüzde 10'u karaciğer, akciğer ve cilt kanseri gibi hastalıklardan muzdariptir. Sakat doğan çocukların sayısı ise tam olarak bilinememektedir. Bu hastalıkların tedavi edileceği doğru dürüst bir hastane yoktur. Yine mevcut derme çatma hastanelerdeki doktorların hepsi Çinli'dir ve Türklerle alakadar olmamaktadırlar. Bu sebeple hastaneye kaldırılan Türklerin yüzde 701 gerekli tedaviyi göremeden hayatını kaybetmektedir. Çinli­lerin, Doğu Türkistan Türkleri'ne karşı yürüttüğü bu insanlık dışı siyaset, Amnesty International, Asia Watch (Asyayı Gözetleme), Society For Threattened Peoples (Yok olma Tehlikesi Altındaki Milletler Derneği) gibi uluslararası kuruluşlar ve Avustralya, İngiltere ve ABD Kongresi insan hakları komisyon­ları tarafından yayınlanan raporlarla da sabittir. Öte yandan bugün Çin, büyük bir çıkmaz içerisinde bulunmaktadır.

Çin Komünist Partisi'nin resmi yayın organı Rinmin Ribao Gazetesi 22 Mayıs 1994 tarihli sayısında yayınladığı geniş bir makalede, şu anda Çin'de hayatın tam anlamıyla felç olduğunu, orduda disiplinsizliğin hüküm sürdüğünü ve eyaletlerdeki yönetimin tamamen kontrolden çıktığını belirterek, merkezi hükümetin gerekli önlemleri almaması du­rumunda ülkenin kaosa sürüklenebileceğim belirtmektedir. Pekin Bilimler Akademisi'nin geçen yıl hazırladığı bir raporda da Çin'in ivedi olarak ABD örneği bir federatif sisteme geçmesi gerektiği belirtiliyor. Çin'de 3-4 Ağustos 1989 tarihinde yaşanan kanlı olaylardan sonra ülke dışına kaçmak zorunda kalan bilim adamları, ABD'de demokratik Çin dev­leti anayasasının taslağını kaleme aldılar. Geçen Ocak ayında hazırlanan bu taslakta Doğu Türkistan, Tibet ve İç Moğolistan'a, içişlerinde tamamen hür olmak üzere "özerk devlet" statüsü tanınıyor. Bu durum, şimdiye kadar sözkonusu üç ülkeyi Çin'in ayrılmaz bir parçası olarak kabul ede gelen Çinliler'in düşünme tarzında büyük aşama olarak görülüyor.

Gelecekte Doğu Türkistan'da patlak verecek olan bir top yekûn ayaklanma, bütün Çin'e sıçrayacak ve böylece Asya kıtasında büyük bir istikrarsızlık doğacaktır. Bu istikrarsızlıktan en çok etkilenecek olan devletlerin başında ebetteki bağımsızlığına yeni kavuşan Batı Türkistan olacaktır. Bu duruma seyirci kalamayacağı için bu girdabın içine Türklük Alemi'nin anası Türkiye'miz de çekilebilir. Nitekim bir milyar 200 milyon nüfuslu Çin'de patlak verecek kanlı olayların sadece ülkede kalacağını düşün­mek mümkün değildir. Bu sebeple geleceği iyi görebilen ülkeler, bugünden, demokrasiye geçilmesi ve azınlıkların haklarının tanınması hususlarında Çin yönetimine baskılar yapmaya başladılar.

Türk Dünyası'nın en güçlü olanı Türkiye yeni kurulan Türk Cumhuriyetleri ile olan İliş­kilerini yeterince tesis edememiş, genç cumhuriyetlerde yaşanan olaylara karşı lüzumlu ilgiyi gösterememiştir. Bu ilginin gösterilmesinin en büyük sebebi eski SSCB ve ÇİN hükümetlerini tepkilerini almamak olmuşsa da, her iki ülkede Tür­kiye aleyhine ellerinden geleni yapmışlardır. Doğu Türkistan Türkleri bugün ya sessizce eriyip tarih sahnesinden silinme veya topyekûn ayaklanıp kahramanca ölme gibi bir tercih ile karşı karşıya bırakılmışlardır.

Biz, Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur diyoruz. O halde ilk aşamada Türk'ün Türk'e olan dostluğunu, hissiyatlarını ve hamiliğini daha da güç­lendirecek çalışmalar yapılmalıdır. İkinci aşamada, Türkiye'miz başta olmak üzere bağımsız Türk Cumhuriyetleri, yabancı yönetim altında yaşamakta olan Türkler konusunda ortak bir strateji belirlemelidir. Son olarak ise Türkiye'miz ile bağımsız Türk Cumhuriyetleri, Çin, İç Moğolistan, Tibet ve Doğu Türkistan'daki mevcut gerginliği yumuşatabilmek için pek çok ülke tarafından başlatılan kampanyaya aktif katılma yollarını aramalıdırlar. Aksi halde Türkiye'miz başta olmak üzere bağımsız Türk Cumhuriyetleri bu vebalin altından kalkamazlar.

İnsanlara hürriyet, milletlere istiklal!...

İsa Yusuf Alptekin

* Bu yazı İsa Yusuf Alptekin'in vefatından önce yazdığı ve daha önce hiçbir yerde yayınlanmayan yazısıdır.

Enver Paşa

Hoş gelişler ola, kahraman Enver Paşa
Askerin, milletin bayrağınla çok yaşa
Arş arş arş ileri ileri, dönmez geri, Türk'ün askeri
Sağdan sola, soldan sağa Al da Bayrağın düşman üstüne

Cephede mitralyöz, ayna gibi parlıyor
Türkistan Türkleri bayrak açmış bekliyor
Arş arş arş ileri ileri, dönmez geri, Türk'ün askeri
Sağdan sola, soldan sağa Al'da Bayrağın düşman üstüne


Bu kutlu marş, Enver paşa Türkistan'a gittiği zaman orada ki Türk'lerin ağzından dökülüp, dalga dalga yayılarak Ortaasya semalarında yıllarca yankılanıp günümüze kadar söylenerek gelen yanık bir ezgidir... Asıl adı İsmail Enver'dir. İstanbul Divanyolu'nda doğdu, Doğumu ile ilgili olarak Türkçe ve Almanca otobiyografilerinde farklı tarihler verilmektedir (23 Kasım 1881 Çarşamba, 6 Aralık 1882 Çarşamba). Ailesi Manastırlı olup babası, önceleri Nâfıa Nezâreti fen memurluğu yapan, daha sonra surre emini olan sivil paşalık rütbesine yükselen Ahmed Bey, annesi Ayşe Hanım'dır.

Küçük yaşta gösterdiği aşırı İstek sebebiyle henüz üç yaşında iken ibtidâi mektebine kaydedildi. Ardından Fâtih Mekteb-i İbtidâisi'ne girdi. Bu okulun ikinci sınıfında iken babasının Manastır vilâyeti Nâfia fen memurluğuna tayini üzerine öğrenimine bu şehirde devam ettikten sonra yine aynı yerde askeri rüşdiye ve askerî idadi tahsilini tamamlayarak Mekteb-i Harbiyye-i Şâhâne'ye girdi. Daha o sıralarda, yüksek okullarda yaygın olan II. Abdülhamid aleyhten propagandadan etkilendiği otobiyografisinden anlaşılan Enver Bey, Mekteb-i Harbiyye-i Şâhâne'yi dokuzuncu olarak bitirip erkânı harp sınıfı için ayrılan kırk beş kişilik kontenjan içerisine girmeyi başardı.

Erkânıharp eğitimi sırasında bir defa Yıldız Sarayına götürülerek sorgulandıysa da hüküm giymedi. Ancak bu dönemdeki İttihat ve Terakki Cemiyeti faaliyetlerine katılmadığı kesindir. Sınıf ikincisi olarak okuldan mezun olduktan sonra 1903 yılı Ocak ayında erkânıharp yüzbaşısı rütbesiyle Manastır'daki 13. Seyyar Topçu Alayı'na tayin edildi. Bu esnada Bulgar çetelerinin takip ve tenkili için yapılan harekâta katıldı, 1903 yılı Eylülünde Koçana'da bulunan 20. Piyade Alayı'nın birinci bölüğüne nakledildi. Nisan 1904 tarihinde Üsküp'teki 16, Süvari Alayı'nda görevlendirildi. Aynı yılın Ekim ayında İştip'teki alaya giren Enver Bey iki ay sona "sunûf-i muhtelife" hizmetini tamamlayarak Manastır'daki karargâhına geri döndü. Burada erkânıharp dairesinin birinci ve ikinci şubelerinde yirmi sekiz gün çalıştı.

Ardından Manastır Mıntıka-i Askeriyyesİ Ohri ve Kırçova mıntıkaları müfettişliğine tayin edildi. 7 Mart 1905'te kolağası oldu. Bu görev sırasında Bulgar, Rum ve Arnavut çetelerine karşı girişilen askerî harekâtta üstün başarılar gösterdiğinden dördüncü ve üçüncü Mecidi, dördüncü Osmani nişanlan ve altın liyakat madalyası ile ödüllendirildi: 13 Eylül 1906 tarihinde binbaşılığa yükseltildi. Bulgar çeteleri-ne karşı yürüttüğü faaliyet onun üzerinde Milliyetçilik fikirlerinin etkili olmasında rol oynadı. Bu ay içinde Selanik'te kurulan Osmanlı Hürriyet Cemiyeti'ne on ikinci üye olarak katıldı. Manastır'a dönüşünde cemiyetin buradaki teşkilatım kurma faaliyetinde bulundu. Bu faaliyetleri, Osmanlı Hürriyet Cemiyeti ile merkezi Paris'te olan Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti'nin birleşmesi ve ilk örgütün Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti Dahili Merkez-i Umumisi adını almasından sonra daha yoğun olarak sürdürdü. Terakki ve İttihat Cemiyeti tarafından başlatılan ihtilal girişimlerine katıldı. Faaliyetinin ihbar edilmesi üzerine İstanbul'a davet edildi. Ancak 24 Haziran 1908 akşamı dağa çıkarak ihtilalde öncü rol oynadı.

Tikveş'teki örgütlenme faaliyetinden sonra 21 Temmuz 1908'de Köprülü'ye geçen Enver Bey, 23 Temmuz 1908 tarihinde II Abdülhamid'in Meclis-i Mebusan'ı yeniden toplantıya çağıran iradesi sonrasında Selanik'e giderek bu şehirdeki kutlamalara katıldı. Dağa çıkan subaylar arasında en kıdemlisi olduğundan ve Kolağası Niyazi Bey ile beraber en önemli faaliyeti gerçekleştirdiğinden bir anda "kahraman-ı hürriyet" haline geldi ve bu tarihten itibaren yeniden Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti adını kullanmaya başlayan örgüt içindeki askeri kanadın önde gelen isimlerinden biri oldu. 23 Ağustos 1908'de Rumeli Vilayeti Müfettişliği refakatine verilen Enver Bey, 5 Mart 1909'da 5000 kuruş maaşla Berlin askeri ataşesi olarak görevlendirildi.

31 Mart Vak'ası üzerine geçici olarak yurda dönen Enver Bey İstanbul'da Hareket Ordu'-suna katıldıktan sonra tekrar Berlin'e gitti. 12 Ekim 1910 tarihinde Birinci ve İkinci Ordu manevralarında hakem olarak görev yapmak üzere yeniden İstanbul'a geldi ve kısa bir şiire sonra geri döndü. Mart 1911'de İstanbul'a gelen Enver Bey, 19 Mart 1911'de Makedonya'daki çete faaliyetlerine karşı alınacak tedbirleri denetlemek ve bu alanda rapor hazırlamak üzere bölgeye gitti. Enver Bey dolaştığı Selanik, Üsküp, Manastır, Köprülü ve Tikveş'te bir yandan çetelere karşı alınacak tedbirler üzerinde çalışırken öte yandan İttihat ve Terakki Cemiyeti ileri gelenleriyle görüştü. 11 Mayıs 1911 tarihinde İstanbul'a döndü.

15 Mayıs 1911'de Sultan Mehmed Reşad'ın yeğenlerinden Naciye Sultan ile nişanlandı. 27 Temmuz 1911'de Malisör isyanı sebebiyle İşkodra'da toplanan İkinci Kolordu'nun erkânıharp reisi olarak Trieste üzerinden İşkodra'ya gitmek üzere İstanbul'dan ayrıldı. 29 Temmuz'da ulaştığı İşkodra'da Malisör isyanının bastırılması, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin Arnavut üyeleriyle olan meselelerinin hallinde önemli rol oynadı. Daha sonra Berlin'e geçtiyse de İtalyanlar'ın Trablusgarp'a saldırmaları üzerine yurda döndü.

3 Eylül 1911 tarihinde Selanik'te yapılan İttihat ve Terakki Cemiyeti merkez-i umumi toplantısında İtalyanlar'a karşı bir gerilla savaşı yürütmesi fikrini savunan Enver Bey bu görüşünü diğer örgüt üyelerine de kabul ettirdi. 8 Ekim 1911'de padişah ve hükümet yetkilileriyle görüştükten sonra İskenderiye'ye gitmek üzere 10 Ekim 1911'de İstanbul'dan ayrıldı. Mısır'da ileri gelen Arap liderleriyle çeşitli temaslar kurup 22 Ekim'de Bingazi'ye hareket etti. Çölü geçerek 8 Kasımda Tobruk'a ulaştı, l Aralık 1911 'de Aynülmansûr'da askeri karargahını kurdu.

İtalyanlar'a karşı yapılan muharebe ve gerilla harekatında büyük başarılar elde etti. 24 Ocak 1912 tarihinde bu görevine ilaveten Bingazi mutaasarrıflığına tayin edildi. 10 Haziran 1912'de kaymakam oldu. Kasım 1912 sonlarında Balkan Savaşı'na katılmak üzere Bingazi'yi terkederek tebdili kıyafetle İskenderiye'ye, oradan de bir İtalyan gemisiyle Brindisi'ye gitti. Viyana üzerinden İstanbul'a dönen Enver Bey, l Ocak 1913'te Nazım Paşa ile görüştü. Harbiye nazırı ile Kamil Paşa'nın istifaya zorlanması ve yerine savaşa devam edecek bir hükümetin kurulması konusunda anlaşmaya vardı. Daha sonda bu fikri, Kamil Paşa'nın görevde kalmasını isteyen Sultan Mehmed Reşad'a da kabul ettirmeye çalıştı.

Enver Bey ile İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin ileri gelenleri 23 Ocak 1913 tarihinde Bâ-biâli Baskını'nı gerçekleştirdiler. Enver Bey öncü rol oynadığı bu hükümet darbesinde Kamil Paşa'ya İstifanamesini imzalattı. Ardından padişahı ziyaret ederek Mahmud Şevket Paşa'nın sadarete getirilmesini sağladı. 12 Haziran 1913'de Mahmud Şevket Paşa'nın vurulmasından sonra ülke yönetimine fiilen el koyan İttihat ve Terakki içindeki askeri kadronun da lideri haline gelen Enver Bey, hayati kararların alınmasında etkili oldu. II Balkan Savaşı sırasında 22 Temmuz 1913'te Edirne'ye girişi toplum nezdindeki prestijini daha da artırdı. 15 Aralık 1913'de Miralay, 3 Ocak 1914'te Mirliva, aynı tarihte Ahmed İzzet Paşa'nın yerine Harbiye nazırı oldu.

8 Ocak 1914 tarihinde aynı zamanda Erkan-i Harbiye-i Umumiyye reisliği görevini üstlenen Enver Paşa yeni görevinde büyük bir gayretle, I. Balkan Savaş'nda bozguna uğrayan Osmanlıordusunun yeniden düzenlenmesine çalıştı. Eski dönemin yaşlı paşalarının tamamına yakın bir kısmı emekli edildi ve genç subaylar orduda önemli göreve getirildi. Enver Paşa'nın mahiyetinde çalışmış olan Rauf bey ve Kazım Karabekir gibi subaylar onun bu çabalarının başarılı olduğunu kabul ederler. Enver Paşa'nın bu düzenlemesi bir anlamda Cumhuriyet'in kuruluşunda önemli rol oynayan o kadronun da Osmanlı ordu teşkilatında yükselmesini sağladı. Enver Paşa, Harbiye nazırlığı sırasında "enverîye" adı verilen askeri ve aynı adla anılan, sesli, sessiz harflerin her harfinin ayrı yazılması ile uygulanan bir yazı gibi yenilikler yaptı. 5 Mart 1914 tarihinde Naciye Sultan ile evlenen Enver Paşa, İttihat i Terakki Cemiyeti tarafından Almanya ile ittifak anlaşması sağlamak İçin girişimlerde bulunmak üzere görevlendirildi. Enver Paşa'nın ilk girişim ve teklifleri Alman İmparatorluğu'nun İstanbul Büyükelçisi Hans von Wangenheim tarafından reddedildi.

Daha sonra Avusturya-Maceristan yetkililerin de baskıları ile Wangenheim'ın Şansölye Betmann Hollweg'in itirazlarına neden olan Kayser II. Wilhelm'in şahsi emriyle Ağustos 1914 tarihli ittifak anlaşması ile Genel kanaatin aksine, ittifak anlaşması Almanlar'dan gelmediği gibi bu alanda yanaşmamakta uzun süre direnen de Alman İmparatorluğu olmuştur. Dolayısıyla Enver Paşa'nın Osmanlı Devleti'ni bir oldu bittisi sonucunda Almanlar'la ittifak anlaşması imzalat zorladığı tezi doğru değildir; ayrıca hiç bir büyük Avrupa devleti tarafından ittifaka ne dahil edilmeyen Osmanlı Devleti'nin Alman ittifakını sağlaması gerektiği konusunda İttihat ve Terakki liderlerinin tamamı aynı kaanati taşıyordu.

10 Ağustos 1914 günü Çanakkale önüne gelen Goeben ve Breslau buharlı Alman savaş gemileri peşlerindeki İngiliz gemilerinden kaçabilmek için giriş izni isteyince kendisiyle görüşen Kress von Kressenstein'in talebiyle Enver Paşa re'sen verdiği bir emirle gemilerin içeri alınmasını ve eğer takip etmek isterlerse İngiliz gemilerine ateş açılmasını emretti. Olayları yaşayan bazı subaylar, 22 Ekim 1914'de Enver Paşa'nın Amiral Souchon'a Karadeniz'deki Rus donanmasına saldırması için şifahi emir verdiğini iddia etmektedirler. Ancak bu konuda yazılı bir emir 25 Ekim 1914'te Enver Paşa tarafından amirale gönderilmişti. 29 Ekim 1914 günü Karadeniz'e manevra gerekçesiyle çıkan Osmanlı donanmasının Rus Çarlığı liman ve gemilerine saldırısı sonrasında Enver Paşa, müttefiklerine tazminat ödeyerek tarafsızlığın korunması fikrini savunan hükümet üyelerine karşı savaşa giriş tezinin en hararetli savunucusu oldu.

Savaşa girilmesinden sonra Enver Paşa Harbiye nazırı olarak askeri harekatın yönetimini de ele aldı. Ancak kendisinin tamamen bir Alman kuklası olup onların isteklerini yerine getirmeye çalıştığı şeklindeki görüşler doğru değildir. Bizzat Alman belgeleri, Enver Paşa'nın çeşitli hususlarda Alman askeri yetkilileriyle çatıştığını göstermektedir. Enver Paşa'nın I. Dünya savaşı sırasındaki fiili tek kumandası Kafkas cephesinde olmuştur. 14 Ekim 1918 tarihinde Talat Paşa kabinesinin istifası ile Enver Paşa'nın da Harbiye nazırlığı sona erdi ve 1-2 Kasım 1918'de İttihat ve Terakki'nin diğer yedi lideriyle birlikte Ülkeden ayrıldı.

Enver Paşa ülkeden ayrılmadan önce Sadrazam Ahmed İzzet Paşa'ya yazdığı mektupta kullandığı ifadeler, onun Azerbaycan'da müstakil bir Türk hükümeti kurmaya çalışacağı intibasını uyandırmaktaydı. Nitekim Kırım'da Berlin'e giden arkadaşlarından ayrılarak amcası Halil Paşa ve kardeşi Nuri Bey'in denetiminde bulunan Kafkasya'daki ordu birliklerine ulaşmak üzere oraya hareket etti. Ancak kayalara bindiren takanın batması sonucunda bunu gerçekleştiremediği gibi bölgedeki birliklerin etkisiz hale getirilerek kumanda heyetinin tutuklandığını öğrenince de Berlin'e gitmeye karar verdi.

Nisan 1919'da Berlin'e gidip Babelsberg semtine yerleşti ve Almanya'da yeniden teşkilatlanmaya çalışan İttihat ve Terakki'nin faaliyetinde rol oynadı; ayrıca İngilizler'le de çeşitli pazarlıklarda bulundu, fakat bu alanda bir anlaşma sağlanamadı. Enver Paşa Talat Paşa ile birlikte 1919 Ağustos ayı sonunda Bolşevik liderlerinden Kari Radek'i tutuklu bulunduğu hücresinde ziyaret etti. Radek İttihat ve Terakki'nin bu iki liderini Moskova'ya davet etti. 10 Ekim 1919 tarihinde Mehmet Ali Sami takma adı ve Rusya'daki Türk Hilal'i Ahmar temsilcisi bir doktor kimliğiyle uçakla Berlin'den Moskova'ya hareket eden Enver Paşa, 13 Ekimde Königsberg'e ve 15 Ekim'de Shiaulai'ye (Litvanya) vardı. Daha sonra Abeli'ye iniş yapan uçak yolcuları Litvanya yetkilileri tarafından göz altına alındılar ve Kaunas'sa gönderildiler.

Enver Paşa Kaunas'taki hapishanede iki ay geçirdikten sonra tekrar Berlin'e döndü. Bu sırada hapisten çıkan Radek'in talebi üzerine bazı İttihat ve Terakki liderleri Moskova'ya hareket ettiler ve 27 Mayıs 1920 tarihinde burada buluştular. Berlin'de kalan Enver Paşa'da çeşitli temaslardan sonra Alman adına düzenlenmiş sahte belgelerle yola çıktı. Ancak bu uçağı yine zorunlu iniş yapınca tekrar yakalandı ve Riga hapishanesine götürüldü. Burada bir komünist, bir Alman yahudisi olarak muamele gören Enver Paşa tekrar serbest bırakıldı. 1920 Ağustos ayının başında üçüncü defa Berlin'i terk eden Enver Paşa Stettin, Königsberg, Mingskve Somalengk üzerinden 16 Ağustos tarihinde Moskova'ya ulaştı.

Burada gayet iyi karşılandı ve Kremlin'in büyük duvarına bakan Sopiskaia Naberezhnaya semtindeki bir konuk evine yerleştirildi. Enver Paşa eski ittihatçı arkadaşları ve Orta Asya'dan gelen temsilcilerle görüştü. Ayrıca Çiçerin, Radek, Zinoiev ve Lenİn ile görüşmeler yaptı ve Sovyet-Alman temaslarında arabuluculuk görevini üstlendi. Berlin'den Moskova'ya gelmesinde yardımcı olan eski arkadaşı Hans von Seect'e yazdığı 25 ve 26 Ağustos tarihli iki mektuba göre, Troçki ve temsilcisi E.M. Skliansky'le yaptığı görüşmelerde Anadolu hareketine silah yardımında bulunulmasını istedi ve söz dahi aldı. îslâm İhtilal Cemiyetleri İttihadı adında bir örgüt kurdu.

Enver Paşa 1-8 Eylül 1920 tarihinde Bakü'de gerçekleşen Doğu Halkları Kongresi'ne Libya, Tunus, Cezayir ve Fas'ı temsilen katıldı. Ankara hükümeti de kongrede İbrahim Tali (Öngören) tarafından temsil edildi. Ancak bu kongre önemli sonuçlar doğurmadı. Sovyetlerin ihtilalci grupları değil, Mustafa Kemal, Rıza Şah, Çang-Kay-Şek Emanullah Han gibi tarafsız liderlerin yönetimlerini destekleme kararları Enver Paşa'nın işini zorlaştırdı. Ekim 1920 başlarında yeniden Berlin'e döndü ve Lüksgrunewald semtine yerleşti.

Daha sonra İsviçre'ye giden Enver Paşa burada Hakkı Paşa ile görüşerek Rusya'dan Anadolu'ya askerî yardım göndermek üzere bir gizli teşkilat kurmaya karar verdi. Komitede H. Von Seect'in eski yaveri binbaşı Fischer ve Alman harb bakanlığında askeri teçhizat sorumlusu yüzbaşı Kress'de bulunmaktaydı. Ancak Moskova'dan gerekli maddi yardım sağlanamadı. Halil Paşa'mn Enver Paşa'ya yazdığı 4 Kasım 1920 tarihli mektuba göre bu alandaki yeni taleplerde Karahan tarafından reddedildi. Enver Paşa 1921 Şubat' ı sonunda yeniden Moskovaya gitti ve burada Çiçerin ve yeni Ankara hükümeti temsilcisi Bekir Sami Bey'le çeşitli görüşmeler yaptı. 16 Temmuz 1921'de Mustafa Kemal Paşa'ya uzun bir mektup yazarak kendisinin faaliyetleri hakkındaki şikayetleri ve Anadolu Hareketine el koyma iddialarına karşı çıktı. 30 Temmuz'da Ankara'ya yönelik Yunan saldırısı başladığında Enver Paşa diğer İttihatçı liderlerle birlikte Anadolu'ya geçme fikriyle Batum'a gitti.

Bu sırada Trabzon'daki Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'de onu destekliyordu. 5 Eylül'de burada yapılan ve Halk Şuralar Fırkası Toplantısı olarak ilan edilen İttihatçı toplantısında Ankara'daki T.B.M.M.'ne İttihatçı sürgünlerle soğuk ilişkilerin sona erdirilmesi içinde başvuruda bulunması kararlaştırıldı. Ancak Sakarya zaferi Enver Paşa'nın planlarının bir defa daha bütünüyle değişmesine yol açtı. Baku'yu terk eden Enver Paşa Tiflis, Aşkabat ve Merv'e uğradıktan sonda Ekim 1921 tarihinde kendisine refakat eden Teşkilat-ı Mahsusa eski liderlerinden Kuşçubaşı Hacı Sami ve diğer bazı İttihattçılarla birlikte Buhara'ya gitti. 8 Kasımda Türk subaylarla birlikte tekrar yola çıktı ve 19 Kasım'da Akbulağ, 21 Kasım'da Başçardak kışlağında ve 24 Kasım'da Gurgantepe'ye ulaştı. Burada Cedidci Alehytarı Lakay İbrahim Bey'in esiri durumuna geldi. Şubat 1922 sonunda buradan kurtulan Enver Paşa Ruslara karşı savaşan Basmacıları örgütlemek için tekrar Duşanbe ilerisindeki kışlaklara gitti. 24 Temmuz'da Rusların Duşanbe'yi alması üzerine geri çekilerek Satılmış Kışlağına vardı. Buradan Belcuvan bölgesindeki Âbıderyâ köyüne geçti ve son karargahı, burada kurdu. 4 Ağustos 1922'de karargahta düzenlenen Kurban Bayramı töreninde mahiyetinde kalan askerlerle bayramlaşırken ani bir Rus baskınına uğradı; yanındaki otuza yakın atlıyla yöneldiği Çegan tepesi mevkiinde giriştiği çarpışmada ön safta vuruşurken şehit oldu.

Enver Paşa'nın eşyaları müfreze kumandanı Kulikof tarafından Taşkent'e gönderildi. Buradan daha sonra Moskova'daki askeri müzeye nakledildi. Cenazesi Âbıderyâ köyünde toprağa verildi.(Aziz na'şı 1996 yılında ülkemize getirilmiştir ve Hürriyet tepesinde tarafımızdan göndere çekilen ve nazlı nazlı dalgalanan şanlı bayrağımızın altında yatmaktadır. ÜLKÜM)

Enver Paşa'nın siyasi ve askeri kariyeri hakkında değişik ve birbiriyle çelişen yorumlar yapılmıştır. 1908 ihtilalinde oynadığı rol, Trablusgarp Harb'indeki başarıları sebebiyle kamuoyunda büyük prestij kazanan Enver Bey'in aleyhine Mondros Mütearekesi'nin ardından bir kampanya başlatılmış, 1922 sonrasında ise yeni rejim Enver Paşa ve arkadaşlarını gereksiz yere l. Dünya Savaşı'na girilmesinden sorumlu tutmuş, mütareke dönemi faaliyetleride bir maceracı olarak yorumlanmıştır. Belirli dönemlerde leyhine ve aleyhine yoğun yayın yapılmalısı, Enver Paşa hakkında ojektif bir değerlendirilme yapılmasını güçleştiren temel sebep olmuştur.

Yetiştirdiği dönemin Osmanlı zabitanı içinde kendini geliştiren Enver Paşa Makedonya'daki çete savaşlarında gösterdiği başarılarla sivrilmiştir. 1908 hareketinde öncü rolü onu halk kahramanı mertebesine getirdiği gibi İttihat ve Terakki Cemiyeti içindeki durumunu da güçlendirmiş, 1913 Babıali Baskınından itibaren gerek bu örgütün askeri kanadının gerekse Teşkilat-ı Mahsusa'nın lideri haline gelmiştir. Bu dönemde kendi kaleminden çıkan mektuplar, Enver Paşa'nın Fransızca ve Almancayı iyi düzeyde kullanabilen ve batı düşünürlerin kitaplarını okuyan bir kişi olduğunu göstermektedir.

Enver Paşa'nın l. Dünya savaşına girilmesindeki sorumluğu ve rolü ise son dönemlerinde yayımlanan Alman ve Avusturya belgelerinden anlaşıldığına göre daha ziyade Goeben ve Bresleu zırhlılarının boğazlardan geçirilmesi ve Rus limanlarının bombardımanı emrinin verilmesi çevresinde şekillenmektedir. Onun Mütareke sırasındaki faaliyetleri ise özellikle son dönemlerde yayımlanan belgelerin ışığı altında şahsi girişimler olmaktan ziyade İttihat ve Terakki kadrosunun faaliyetleri olarak değerlendirilmelidir. Ancak Enver Paşa'nın maceracılık boyutlarına varan hareketleri konusunda yorumda bulunulurken içinde yaşadığı çağın da bir macera çağı olduğu hesaba katılmalıdır.

Ozan Arif

Ozan Arif Giresun`un Alucra ilçesine bagli simdiki ismi ile Yükselen eski adi ile Hapu köyünde 10 Haziran 1949`da dogdu. Babasi yörenin sevilen simalarindan rahmetli Muharrem Çavusun (Muharrem Sirin) oglu Mehmet Bey, annesi Fatma hanim da, yine komsu köy Demirözü`nden ayni sekilde sevilen rahmetli Gençaga Eskünoglu`nun kizidir.

Babasinin memuriyeti dolayisiyla, ilk ve ortaokulu Samsun`da bitirdikten sonra, hayli kalabalik olan ailesine kisa zamanda maddi yardim yapabilmek düsüncesiyle ögretmen okuluna basladi. 1969-1970 döneminde Persembe Ilkögretim Okulundan mezun oldu. Okul süresi boyunca kislari okuyup yazlari rençperlik yapan bir ögrenci idi. Ilk göreve basladigi okul, ailesinin bulundugu Samsun`da Karaoyumca köyündeki ilkokuldur. Bir yillik stajyerlik süresinden sonra, yine Samsun`da Devgeris köyüne tayin oldu.

1972 yilinda yine ayni köyde stajyerlik yapmakta olan ve ona ömrü boyunca en büyük destegi veren Süheylâ hanimla evlendi. Devgeris köyünde bes yili ögretmenlik, dört yili ise okul müdürlügü olmak üzere dokuz yil hizmet vermistir.Inançlarindan ve prensiplerinden asla taviz vermeyen bir kisilige sahip olan Ozan Arif, o devrin yöneticilerinin büyük baskisi ile, maalesef 1979 yilinda ögretmenlik mesleginden ayrilmak zorunda birakilmistir. Ögretmenlik meslegini sok seven Ozan Arif`in çok basarili takdirnamelerle dolu meslek hayatina ragmen, o günün sartlarinda baska bir tercihi de kalmamisti.

Derken, 12 Eylül 1980 olaylariyla birlikte, inanan, milli ve manevi degerlerine sahip çikan, memleketin, milletin bekasini düsünen bir çok vatansever insan gibi yanlis degerlendirilmekten çok büyük bir üzüntü duyan Ozan Arif, ailesini, çocugunu ve hepsinden önemlisi,öz vatani Türkiye`yi geride birakarak, 24 Eylül 1980 tarihinde Almanya`ya gitti.

Onbir yillik aci bir ayriliktan sonra, 5 Kasim 1991`de nihayet memleketine ve vatanina geri dönmesi nasib oldu. Bu süre zarfinda, dünyada nerede bir müslüman Türk insani varsa onu gidip bularak, milli heyecanin filizlenmesine yardimci olmus ve önemli görevler almistir. Daha çocuk yaslarda iken Kerem ile Asli`yi, Leyla`ile Mecnun`u, Karacaoglan`i, Köroglu`nu, Dadaloglunu, Yunus`u ve daha nicelerini okuyarak ask cönklerini ezberleyen Ozan Arif, Karadeniz`de, yasadigi yörede hayli yaygin olan irticalen Türkü söyleme sanati sayesinde çok meshur oldu. Hatta eskiden destan saticilarinin Ozan Arif`e destanlar yazdirip, daha sonra bunlari bastirarak dagitmalari sebebiyle, yörede ismi çok duyulan bir asik olmustur.

Ilk olarak ortaokul ikinci sinifta sesine asik oldugu baglama ile tanisan ve hayli dar olan aile bütçesinden biriktirdigi harçliklarla, 1964`te Istanbul`da bulunan Semsi Yasitman saz evinden 15 liraya aldigi bir baglama ile ses ve saz dünyasinin içine giren Ozan Arif, o gün bugündür hiç susmadan ve hak bildigi yoldan taviz vermeden gönül dostlarina seslenmektedir.

Alparslan Türkeş

Başbuğ, aslen Kayseri'nin Pınarbaşı İlçesi'nin Yukarı (Büyük) Köşkerli Köyündendir. Oğuz Türkmenleri'nin 24 boyu arasında olan Avşarlar'ın "Koyunoğlu" ailesine mensuptur Başbuğ, ailesinin 1860 yılında bir toprak kavgasından dolayı dönemin Osmanlı Sultanı Abdülazziz' tarafından, Kayseri'den Kıbrıs'a sürgün edilmesinden dolayı, 25 Kasım 1917 tarihinde, Lefkoşe'nin, Haydar Paşa Mahallesi Kirlizade sokağının 13 numaralı mütevazi bir evinde dünyaya gelir.

Ailesi, Başbuğumuza "Ali Arslan" ismini verir...Annesinin adı Fatma Zehra Hanım, babasının adı Ahmet Hamdi Beydir. Başbuğ, 4 yaşındayken Lefkoşe'de Sarayönü İlkokul'una gönderilir. Ardından gelen Rüştiye yıllarında (ortaokul) bir çok değerli hocalarından Türklük ve Türkçülük hakkında feyz alır. Hocalarından Osman Zeki Bey, Başbuğumuzun ismini ortaokul yıllarında "Alparslan" olarak değiştirir.

O yıllarda İngiliz işgali idaresi altında olan Kıbrıs'tan, yurt ve hürriyet hasreti sebebiyle aile göç etmişler ve İstanbul'a yerleşmişlerdir. Küçük yaşlardan itibaren Askerlik mesleğine büyük sevgisi olan Başbuğ, 1933 yılında Kuleli Askeri Lisesi'ne girmiş, büyük başarı göstererek 1936 yılında bu liseden mezun olmuş ve Harp Okulu'na geçmiştir. 1939'da Harp Okulu'ndan mezun olarak Piyade Astteğmen rütbesiyle Ordu'ya katılmıştır. Orduda hizmetleriyle muntazan terfi etmiştir. Harp Akademesi imtihanını kazanarak Harp Akademisi'ne girmiştir. Başarılı bir eğitim sonucu Kurmay Subay olarak mezun olmuştur.

1948'de Genel Kurmay tarafından açılan imtihanları kazanmış ve bütün eğitim dönemlerindeki başarıları da dikkate alınarak Amerika'ya tahsile gönderilmiştir. Oradaki Piyade Okulu'nda ve Amerikan Harp Akademisi'nde tahsil görmüş ve bu okulları da iyi derecede bitirmiştir.

1955'de Kurmay Binbaşı olan Başbuğ, Amerika'da (Washington) bulunan "Daimi Grup" nezdinde Türk Genel Kurmayı'nın temsil Hey'eti üyeliğine tayin edilmiştir. 1957 yılı sonuna kadar bu vazifeyi başarı ile ifa etmiştir. Başbuğ bu süre içerisinde Amerikan Üniversitesi'ne (Üniversty of America) devam etmiş ve uluslararası ekonomi "İnternational Ecenomic tahsili gömüştür.

Daha sonra yurda dönen Başbuğ, 1959'da Almanya'ya, Atom ve Nükleer Okulu'na gönderilmiş, bu okulu da başarı ile bitirmiştir.

27 Mayıs 1960 tarihine kadar Avrupa'da muhtelif NATO toplantılarında ve askeri manevralarında Türk Genel Kurmayı temsilcisi olarak bulunmuştur.

27 Mayıs 1960'da, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin gerçekleştirdiği İhtilal hareketi içerisinde bulunmuş, Milli Birlik Komitesi üyeliği yapmış, bu arada 14 arkadaşı ile birlikte yurtdışına gönderilene kadar, Başbakanlık Müşteşarlığı görevini yürütmüştür. 13 Kasım 1960'da, Hükümet Müşaviri olarak Hindistan'a (Yeni Delhide) gönderilmiştir. Başbuğ, 815 günlük sürgün hayatından sonra, 22 Şubat 1963 yılında Türkiye'ye döner.

Tarih 25 Şubat 1963...Yurda dönmüş olan Başbuğ, Türk milletine hitaben bir mesaj yayımlar; "Ülkü ve inancımdan vazgeçmez bir insan olarak, 2 yıl önce aranızdan ayrılmış uzaklara gitmiştim. Bugün aynı iman ve azimle dolu Türk milletinin geleceği hakkında büyük ümitler taşıyarak, tekrar sizlere kavuşmuş bulunuyorum.."

Tarih 31 Mart 1965... Başbuğun siyasi tercihi Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (C.K.M.P.) olur. Bu partiye kaydını yaptıran Başbuğ, öncelikle parti mefettişliği görevini üstlenir.

Tarih 31 Temmuz 1965... Bu tarihlerde Ankara'da olağanüstü büyük kongresini yapan Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi'nde Başbuğ parti genel başkanlığına seçilir. Başbuğ, Ankara milletvekili olarak ile defa 22 Ekim 1965 tarihinde yemin etmiştir. Tarih 8-9 Şubat 1969... Bu tarihler arasında Adana'da toplanan Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi, olağanüstü kongresinden parti adı Milliyetçi Hareket Partisi (M.H.P.) ve sembolü de 3 Hilal olarak değiştirilmiştir

1965 yılından itibaren Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi'nin, 1969 yılından itibarende Milliyetçi Hareket Partisi'nin programının temelini oluşturan 9 IŞIK Doktrini, zamanla giderek geliştirilmiştir.

İlk dönemde Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi'nin Gençlik Kolları, "9 IŞIK Yürüyüşleri" düzenleyerek, kamuoyunun dikkatlerini çekmeyi ve ilkeleri tanıtmayı başarmışlardır. Başbuğ, 1967 yılında Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi büyük kongresinde yapmış olduğu konuşmada, 9 IŞIK temel ülkülerini ortaya koymuştur.

Tarih 31 Mart 1975, 21 Haziran 1977...Süleyman Demirel'in kurmuş olduğu hükümette Başbuğ, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı olarak görev almıştır.

Tarih 21 temmuz 1977, 5 Ocak 1978... Başbuğ yine Süleyman Demirel'in hükümetinde Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı olarak görev almıştır.

Tarih 12 Eylül 1980... Türk Silahlı Kuvvetleri ülke yönetimine el koyar. 16 Ekim 1981 tarihinde Milli Güvenlik Konseyi kararlarıyla MHP kapatılarak mallarına el konulmuştur. 29 Nisan 1981 tarihinde ise, Milliyetçi Hareket Partisi ve Ülkücü Kuruşlar hakkında soruşturma sonrasında, 945 sayfalık bir iddianame ile MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası açılmıştır. MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası, 5 yıl 11 ay 8 gün sürmüş, 33 duruşmaya sahne olmuş ve 7 Nisan 1987'de neticelenmiştir.

Başbuğ, 27 Mayıs 1983'te Mevki Askeri Hastenesi'ne kaldırılmıştır. 4 yıl ,5 ay, 28 gün tutuklu kalan Başbuğ, tutuklu kaldığı gözönünde bulundurularak tahliye edilmiştir. 12 Eylül 1980 sonrası Milliyetçi Harket Partisi'nin ilk partileşme girişimi, 7 Temmuz 1983'te kurulan Muhafazakar Parti'dir.

30 Kasım 1985... Muhazafakar Parti birinci büyük kongresinde, Muahafazakar Parti'nin adı, Milliyetçi Çalışma Partisi olarak değiştirilmiştir. Eski parti amblemi yerinede, kırmızı bir zemin üzerinde beyaz bir hilal ve etrafında 9 IŞIK'ı temsilen sıralan 9 yıldızdan oluşan yeni amblem kabul edilmiştir.

6 Eylül 1987 tarihinde yapılan referandumla, 12 Eylül'ün getirdiği yasaklar son bulmuş, 20 Eylül 1987'de büyük bir tören ile, Milliyetçi Çalışma Partisi'ne katılmıştır. 4 Ekim 1987'de ikinci olağanüstü kongresinde Milliyetçi Çalışma Partisi'nde, yapılan oylama sonucunda oy kullanan 210 delegenin tamamının oylarını alan Başbuğ, partinin genel başkanlığına seçilir.

29 Aralık 1991'de Milliyetçi Çalışma Partisi'nin yapmış olduğu üçüncü olağan kongresinde partiler birleştirilmiş ve ittifakla Başbuğ parti genel başkanlığına seçilmiştir.

24 Ocak 1993 tarihinde toplanan dördüncü Milliyetçi Çalışma olağanüstü kongresinde, Milliyetçi Çalışma Partisi'nin isim ve amblemi değiştirilerek, Milliyetçi Hareket partisi ve genel başkanı da Başbuğ olur.

5 Ağustos 1965 tarihinden beri, getirildiği genel başkanlık görevini 30 yıldır aynı camianın liderliğini birlikte yürüttürmek suretiyle ulaşılması zor bir başarıyı elinde bulunduran Başbuğ, 4 Nisan 1997 saat 22:45'te hayata gözlerini yumdu...

RUHU ŞAD OLSUN, EL FATİHA...

Dündar Ateş

Ülkücüler!
Hedefiniz Büyük Türkiye Ülküsünü gerçekleştirmektir. Hedefiniz yeniden büyük Türk - İslam medeniyetini kurmaktır. Şanlı tarihimiz ve büyük ecdadımız bize yüklediği misyon budur. Allah (c.c) bizimle beraberdir."

BİYOGRAFİSİ

Büyük Türk milliyetçisi, dava adamı ve gönül eri Dündar TAŞER 1925 yılında Gaziantep'te doğdu. Köklü ve gelenekli bir aileye mensuptur. Aile ve aile çevresinde köklü ve derin bir Türk terbiyesi almış. Çocukluk ve okul yıllarını burada geçirmiştir. Ailesinin desteği ve kendi isteği ile kara harbokuluna girmiş, bu okulun tank sınıfından teğmen olarak mezun olup ordu saflarına katılmıştır. Bilahare kurmay subay imtihanını başarı ile vererek kurmay olmuştur. Ordu saflarında başarı ile hizmet vererek kurmay tank binbaşılığına kadar yükselmiştir.

Türk-İslam Ülküsü'nün örnek bîr şahsiyeti, yılmaz bir savaşçısıydı. Milletinin derin ve saf kültürü ile mücehhez, insan sevgisiyle dopdolu, asil davranışlarıyla, efendiliği ve engin kültürüyle, bilge bir dava adamıydı.

İslam'a, Türklüğe, Türk'ün teşkilatçılığına ve büyük devlet kurma hassasiyetine hayran, keskin görüşlü, kıvrak zekalı büyük bir Türk milliyetçisiydi. Geniş tarih bilgisi, milletine olan inanç ve güveniyle meselelere fevkalade isabetli teşhisler koymuş, çözümü yine milletinde bulmuştu. Müstesna şahsiyetiyle davasını yaşayan yılmaz bir mücadele adamı olarak, Ülkücü Hareket'in şerefli mazisi ve mücadele geleneğinde önde gelen isimlerden biri olarak hak ettiği yeri almıştır.

İlk gençlik yıllarından beri milliyetçi ruha ve aksiyona sahiptir. 3 Mayıs 1944 Olayları'nda Türk milliyetçilerine karşı düzenlenen "Haçlı Seferi'nde" Atsız ve arkadaşlarının tabutluklarda, hücrelerde işkencelerden geçirilip, zindanlara atıldığı tek parti döneminin faşist diktatörlüğünde baskılara ve zulümlere kargı çıktığı için Harp Okulu'nda okuyan bir çok genç Türkçü gibi, soruşturmaya maruz kalan kişilerden biri olmuştur.

Taşer ismini, kamuoyu ilk defa 27 Mayıs Hareketi'yle birlikte duydu. Hiç beyanat vermediği, kendini tanıtıcı faaliyet göstermediği için baklanda bilinenler çok azdır. Onun hayat çizgisini takip edenler ağırbaşlı, mütevazi, zamanında konuşan ve davanın en çok kendisine ihtiyacı olan mevkilerinde yer alan sabırlı, metin ve cesur üslubuyla, Bozkurtlar'ın Bögü Alp'ini hatırlar. Taşer'in Ömrü "Taş yerinde ağırdır" sözünün tefsiri gibidir.

27 Mayıs Darbesi'nden vefatına kadar fikir birliği, kader birliği yaptığı Alparslan Türkeş'le birlikte olmuştur. Bu darbeye katılmasının sebebi ise, ülkenin içinde bulunduğu bunalım ve kaçınılmaz bir şekilde geliyorum sinyalleri veren askeri bir darbede ülke yönetimini CHP yanlısı İnönü taraftarı güçlere ve zihniyete yönetimi bırakmamaktı. Türkeş'le beraber ihtilal komitesinin içinde yer alarak CHP yanlısı güçlerin iktidar oyunlarını bir süre bozdular. Fakat daha sonra ihtilal komitesi içerisinde yer alan MBK üyeleri arasında komitacı oyunlar başlayacaktı.

Komite içerisindeki 13 Kasım Darbesi'yle, sürgüne gönderilen 14 kişinin içerisindeydi. 13 Kasım hadisesi onu çok üzdü. Bu hadiseyi hayatı boyunca hoş görmedi. Sürgün yıllarını Fas'ta geçirdi. Taşer, iki yıl süren sürgün hayatından sonra yurda dönüşlerin serbest bırakılmasıyla, 1963 yılında, çok sevdiği vatanına ve toprağına kavuşacaktı. Onun gerçek değeri,yurda döndükten sonra yer alacağı siyasi hayatta çok çabuk farkedilecekti.

1965 yılında Alparslan Türkeş, Muzaffer Özdağ, Ahmet Er, Numan Esin, Rıfat Baykal gibi darbede yer alan, birlikte sürgüne gittikleri arkadaşlarıyla, CKMP'de siyasi hayata girdi. CKMP'nin 30-31 Temmuz 1965 tarihlerinde yapılan kurultayında, partinin GİK üyeliğine seçildi. 1967 Kurultayı'ndan sonra Genel Bask Yardımcılığı görevine getirildi. Partide Türkeş'ten sonra gelen ikinci isimdi. CKMP'nin yeni döneminde fikri ve siyasi gelişiminde çok büyük hizmeti emeği vardır. Gecesini gündüzüne katarak, partinin Anadolu'da kök salması da. Milliyetçi Hareket Bayrağı'nın bir uçtan bir uca dalgalanmasında daima önde koşanlardandı.

Taşer 1965'de Gaziantep'den milletvekili adayı , 2 Haziran 1968 seçimlerinde senatör adayı 1969 Genel Seçimleri'nde İstanbul'dan milletvekili adayı oldu. İstanbul'daki adaylığında seçimi çok az bir farkla kaybetti. AP iktidarının milli bakiye seçim sistemini kaldırarak, yerine daha avantajlı çıkacağını düşündüğü nispi seçim sistemini getirmesiyle, birçok MHP'li gibi milletvekili olamadı. Taşer siyaseti bir gaye olarak değil, milletine ülkesine hizmet yolunda bir araç olarak görürdü. Siyasette dürüstlüğü, erdemliliği şiar edinmiş gerçek bir dava adamıydı. Politik hayatta Taşer, fazileti, inancı ve fedakarlığı, sevgiyi, tevazu ve ülkücülüğü temsil etmiştir. Siyasi arenadaki dostları da muarızları da onun engin tarih, kültür, siyaset bilgisine ve zekasına hayrandılar. Onun yapmış olduğu tespitler ve değerlendirmeler bütün kesimler tarafından dikkate alınırdı.

1970'ler Türkiye'sine baktığımızda onun yapmış olduğu tahlillerin ve tespitlerin ne kadar doğru olduğunu bugün bile görüyoruz. Meseleleri ele alırken kendine mahsus, sağlam ve rahat bir üsluba sahipti. Milliyetçi Hareket'in sözcülüğünü yapan Milli Hareket ve daha sonra yayına başlayacak olan Devlet Gazetesinde yazmış olduğu başyazılar ve parti sözcüsü olarak beyan ettiği ülke ve dünya meseleleriyle ilgili görüşler, hareketin ideolojik çizgisine de yön verirdi.

Ülkücülügün Kızıl Elması

Türkler, özellikle Oğuz Türkleri arasında cihan hâkimiyetinin sembolü olarak ifadesini bulmuş bir mefhum veya mefkuredir. Kızılelma, Türklerin yaşadıkları bölgeye göre batı yönünde ulaşılması gereken bazen bir belde, bazen de bir ülkedeki taht veya mabet üzerinde parıldayan veya cihan hâkimiyetini temsil eden som altından yapılmış kızıl renkli altın bir yuvarlak yahut top olarak tahayyül edilmektedir.

Bu altın top bazen zaferin işareti, bazen hâkimiyetin sembolü, bazen de fethedilmek üzere hedef seçilen yerin sembolü olarak ifade olunmuştur. Türklerde çok eski inanç ve töreye dayanan Kızılelma, Türkistan sahasından Hazar denizinin doğusundan gelen Oğuzların, Hazar kağanının ipek çadırının üzerinde hâkimiyetin ifadesi olarak bulunan altın top (Kızılelma'yı) ele geçirmeyi ülkü edinmişler.

Buradan İran'da hüküm süren Türk boylarına, oradan da Osmanlılara geçmiştir. Osmanlı Türk devletinin Macaristan'da bulunan Kızılelma'yı bulup ele geçirmelerinden sonra fethetmek istedikleri yerlerde bir Kızılelma'nın varlığına inandığı ve bu uğurda mücadele ettiği görülmektedir. Türkler, inandıkları Tek Tanrı'nın dünya hâkimiyetini kendilerine ihsan ettiğine iman etmişlerdi. Bunu Bilge Kağan'ın ; "Tanrı irade ettiği için tahta oturdum; dört yandaki milletleri nizama soktum" sözlerinden de anlamaktayız. Yine Bilge Kağan'ın ağzından Türk imanı şöyle ifade edilmekteydi; Türk Tanrısı, milleti yok olmasın diye babam İlteriş Kağan'ı ve anam İl Bilge Hatun'u gökten tutup yükseltmiştir.

Oğuz Kağan'ın doğumundan itibaren ilâhî bir nurla beslendiği tarihî ve efsanevî kaynaklarda yer almaktadır. Oğuz Kağan'ın Tanrı tarafından ilâhî kudretle techiz edilmesinin yanında yardımcısı ve rehberi de aynı kaynaktan beslenmiştir. Gökten indirilmiş Gök-Börü (Bozkurt) Oğuz'un seferleri sırasında ona kılavuzluk yapar. Oğuz Destanı'nda geçen şu mısralar bunu en güzel şekilde izah etmektedir:

"Ben sizlere oldum kağan
Alalım yay ile kalkan
Nişan olsun bize buyan
Bozkurt olsun bize uran"

Turdı Han'ın 598 yılında Bizans İmparatoru Maurikianur'a gönderdiği mektupta geçen ; "Dünyada yedi iklimin efendisi ve yedi ırkın kağanı..." ibaresi ile Tuna Bulgarlarının hanı Melemir Han'ın kendisi ve şahsında ifadesini bulan Türkler için kullandığı; "Tanrı tarafından gönderilmiş Tanrı'ya benzer Melemir Han..." ifadesi Türk milletinin İslâmiyet'ten önceki dönemde Tanrı tarafından kutlu kılınmış olduğu inancını göstermektedir. Bu ve buna benzer çeşitli inançlar, Türklerin İslâmiyet'i kabul etmelerinden sonra da devam etmiştir. Kendilerini Tanrı tarafından dünya nizamını sağlamak için gönderildiklerine inanmışlardır. Zira Türk insanının mücadeleci ruhu ve cihan hâkimiyeti ülküsü İslâmî inanışa da uygundu. İslamiyet'ten önce kahramanlara verilen alp'lik unvanı, İslâmiyet'ten sonraki dönemlerde alp-eren şeklini alıyor, böyle hayat buluyordu. "Benim Türk adını verdiğim ve şarkta yerleştirdiğim bir ordum vardır.

Bir kavme gazaplandığım zaman onları o kavmin üzerine saldırtırım" mealindeki hadis-i kutsi, İslâm dünyasında Türkler hakkında söylenen rivayet ve kehanetlere örnektir. Hz.Muhammed'in ; "Horasan'da Arap olmayan, güzel yüzlü hâkim bir insan zuhur edecek; onun adı da benimki gibi Muhammed olacak ve Büveyhilerin baskısına son verecektir. Horsan'dan Büyük Dervazat'a kadar fetihler yapacak. Irak, İran ve Mekke hutbelerinde adı okunacaktır " mealindeki hadis ile "Türkler size dokunmadıkça siz de onlara dokunmayınız" mealindeki hadisler bütün İslâm dünyasında dilden dile yayılmaktaydı.

Türkler, gerek İslâmiyet'ten önceki GökTanrı inancı zamanında, gerek İslâmî dönemde kendilerinin Tanrı tarafından dünyaya hükmetme ve adaleti sağlamak için yaratıldıklarına ve hayat felsefesinin bu düşünce ile şekillenmesi gereğine inanmışlardır. Eski dönemlerden itibaren dünya nizamını sağlamak üzere mücadele eden Türk milleti, islâmiyet'i kabul ederek maddî ve manevî yönden bir yükselişe erişmişlerdir.

İdeallerini, kendilerinin dünya nizamını sağlama ülkülerini bu iman kaynağından beslemişlerdir. Bu kaynak Kızılelma'nın manevi yönünü teşkil eder. Tarih ilminin tespit ettiği ve kendine mahsus ileri bir kültür örneği olan Bozkır kültürü , M.Ö. l500-l700 yılları arsında teşekkül eden ve yaşayan örnek bir kültür olarak bilinmektedir. Atın ehlileştirilmesi ve demirin ileri bir teknikle işlenmesi bu kültürün önemli özelliğidir. Mücadeleci bir yapıya sahip olan Türk milleti, bunun gereği olarak ihtiyaçları ölçüsünde seyyar evler, hastahaneler ve eğitim kurumları yapıyorlardı. Bu hâl onların kolay hareket etmelerine, mekân değiştirmelerine imkân sağlıyordu. Bunun yanında medeniyetin ölçüsü sayılan giyinme, en pratik ve en kullanışlı seviyededir. Madde ile ruh, mazi ile hâl ve muhafazakârlık ile inkılâpçılık , Türk insanının yapısında öyle kaynaşmıştır ki, bu kaynaşmanın eseri, siyasî, içtimaî ve hukukî nizam, Türk devletlerinin ihtişamında belirerek yüzyıllarca yaşamış ve milletin yaşamasını sağlamıştır.

Bu birleşme, Türk milletinin sosyal yapısı ile yakından ilgilidir. Sosyal yapının çekirdeği olan ailenin sağlam olması, bunun uruğ, boy, budun şeklinde teşkilâtlanması, buradan devletin doğmasına ve devlet kanalıyla bir milletin ideallerini gerçekleştirmesi sonucunu getirmektedir. Aile, uruğ, boy ve il (Devlet)in sağlam teşkilâtlanması bir yandan millî ideallerin ve mefkûrelerin birliğini sağlıyor, bir yandan da Türk ruhundaki dinamizm ve hürriyet fikrinden olsa gerek, büyük devletlerin kurulması yanında parçalanmayı da beraberinde getiriyordu. Bu tarz katı devletçilik şekli, âdeta kendi arasında bir yarışa zemin hazırlıyor, Türkün Kızılelma'ya gitmesini daha da dinamik kılıyordu. Türk milletinin sosyal yapısı, sosyal yapıyı ayakta tutan maddî ve manevî dinamikler, onların Kızılelmaya yol almalarını gerektirmekteydi. Binlerce yıldan beri milletin şuuraltına yerleşen bu duygu, tarihî dönemler itibariyle yeniden zuhur ediyor, yeniden millete hayat veriyordu. Onların hayata sıkı sıkıya bağlanmalarını ve kendi dinamiklerini korumalarını sağlıyordu. Oğuz Han'dan Alparslan Türkeş'e kadar Kızılelma ülküsü Türk milletinin var olma ve idare etme idealinin en üst seviyede olmasına işaret sayılır. Oğuz Kağan, hâkimiyetin sembolü olarak altın evini kurar, altın evin kurulmasından sonra sefere çıkar.

Bunlardan ilki Hint seferidir. Hint ve Çin ülkelerini topraklarına katan Oğuz Han'ın elde etmek istediği Pekin Kızılelması'dır. Tarihçiler Çin'in (Pekin) Kızılelma olarak telâkki edildiği konusunda ittifak etmişlerdir. Karanlıklar ülkesi, Çin ve Hint ile bütün Orta Doğu ve Kafkasları birleştiren ve burada hâkimiyet tesis eden Oğuz'dan sonra Hunlar tarih sahnesine çıkarlar. Batılıların Tanrının Kılıcı diye isimlendirdiği Atilla'nın hedefi batıdır. Ares Kılıcı olarak isimlendirilen dünya hâkimiyetinin vasıtası olan kılıç, Atilla'nın Kızılelma olarak batıyı seçmesine vesile olmuştur. Abdalan-ı Rum, alp eren Şeyh Edebali ve onun damatları Osman Gazi ile Tursun Fakı...Oğuz'un Anadolu'daki Korkut Atasıdır. Osman Gazi'ye Selçuklunun bittiğini belirtir ve "Ona sultanlık veren Tanrı bana hanlık verdi. Eğer minneti şu sancak ise ben kendi sancağımı götürüp uğraştım. Eğer o, ben Al-i Selçukum derse ben de Gök Alp (Oğuz Han) oğluyum" dedirtir. Osmanlı Türk Devleti bu düşünceler üzerine kurulduktan sonra Kızılelma denilen büyük idealde açılım kazanır.

Osmanlının ilk Kızılelması, Anadolu'da beylikler dönemine son verip Türk birliğini sağlamak olmuştur. Bunun için çeşitli mücadelelere girişen Osmanlılar, kardeş katline kadar varan büyük fedakârlıklar göstermekten çekinmezler. Gerek iç mücadeleler, gerek Moğol istilâsı bir yandan sıkıntıları getirirken, bir yandan da büyük ideallerin gerçekleşmesi için dinamik bir güç oluşturur. Sadece Türk milleti için değil, dünyadaki bütün milletler için kavşak noktası olarak bilinen ve kendine mahsus özellikleri haiz olan İstanbul, Osmanlının büyük Kızılelması olarak görülür. Hakkında çeşitli rivayetlerin dilden dile dolaştığı İstanbul, Fatih Sultan Mehmet'in dahiyane idare ve olağanüstü iradesiyle Türklerin hâkimiyetine girer.

Hz.Muhammed'in; "İstanbul muhakkak fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan ve onun askerlerine ne güzel askerlerdir" hadisi ile müjdelenen ideal, hayata geçirilir. İstanbul'un fethine kadar anlatılan, ancak İstanbul'un fethi ile olgunlaşan Kızılelma , Türk'ün dünyaya hâkim olma duygusunun bir ifadesi olarak hayata geçmiştir. Evliya Çelebi, Hz.Muhammed'in doğumunda ateş-gedelerin sönmesi ve Tak-ı Kisra'nın sükûtu gibi harikulâde hadiseleri anlatırken Ayasofya kubbesiyle birlikte İstanbul Kızılelmasının düştüğünü zikretmektedir.

İstanbul'un fethinden sonra Türk milleti için Kızılelma Roma'ya, St.Pierre'nin kubbesine taşınır. Burası Katolik dünyasının kalbidir. Türklerin hedefi artık Roma'dır. Zira Fatih döneminde yapılan Ortanto(İtalya) seferinin sebebi de budur. Roma Kızılelmasının düşürülmesidir. Atilla'dan sonra Roma'yı düşürmek Osmanlı Türklerinin büyük hedefleri arasındadır. Bir efsane Kızılelmanın Roma'ya taşındığını anlatır ve Türk'ü Roma'ya koşturur. Efsaneye göre, kızılelma, Dağıstan'dan I.Anuşirvan tarafından İran hazinesine konulmuş, oradan da Roma'ya kaçırılmıştır. Bu anlatım tarihî kaynaklarda yer almaktadır. Bundan başka çeşitli mektup örnekleri, elden ele dolaşarak Türkleri Kızılelma'ya (Roma) davet eder. Bir başka Kızılelma ise Macaristan'dır.Kızılelma, tarihimizde Türk birliği olarak da telâkki edilmiştir. Azerbaycan sahasından Ahunzade Mirza Feth Ali Bey'in yaktığı dilde Türkçülük meş'alesi, İstanbul'dan eğitim sahasında Süleyman Paşa tarafından yakılmaya devam edilmiştir.

Buharalı Şeyh Süleyman Efendi'nin İstanbul'a taşıdığı Türk birliği fikri, Ahmet Mithat Efendi, Ahmet Cevdet Paşa, Şemseddin Sami, Necip Asım Bey ve Veled Çelebi tarafından yaşatılmaya başlanmıştır. Özellikle 19. yüzyılın sonunda l898 yılında Türk-Yunan savaşının olması, Türkiye'de Türkçülük fikrinin daha sür'atli kabul görmesini sağlamıştır. dönemin aydınları, bir yandan Selanik'te Genç Kalemler hareketini başlatırken, bir yandan da İstanbul'da Türk Derneğini kuruyorlardı. 1908 yılında kurulan bu derneği, aynı gayeleri takip eden Türk Yurdu izliyordu(1911). Türk milletinin tarihini, dilini, edebiyatını, etnolojisini,sosyal ve siyasî problemlerini araştırmak ve halletmek gayesini güden bu derneğin faaliyetleri kesintisiz olarak l933 yılına kadar devam edecektir.

Emrullah Efendi, Bursalı Tahir, Ziya Gökalp, Tunalı Hilmi, Ağaoğlu Hikmet gibi şahsiyetlerin omuzlarında gelişen Türkçülük cereyanı, 1900'lü yılların başından itibaren yanına siyasî ve askerî kesimlerden de destek almak suretiyle olgunluk kazandı. Ziya Gökalp'in fikri birikimi, Türkçü düşüncenin merkezinde yer almasını sağladı. 1920 yılında kurulan Türkiye Devleti, bu fikri birikimin ürünü olarak tarihteki yerini aldı. Kızılelmanın Turan olarak şekillendiği bu dönemin en büyük ve ilk safhası olan Türkiye Devleti kuruldu. Zira Turancılık üç aşamalı bir fikir sistemi olarak ortaya atılmıştır. Bunlar sırasıyla, Türkiyecilik, Oğuzculuk (Türkmencilik) ve Turan (Türk Birliği)dır. Turan Devleti fikrinin savunucularından biri olan Ömer Seyfettin, devletin yönetim şekli olarak İlhanlığı teklif eder.

Aynı fikrin sonraki temsilcilerinden biri olan Necip Fazıl Kısakürek, Büyük Doğu Devleti olarak isimlendirilir. 1920'de tamamen Türk millî düşüncesi üzerine kurulan yeni Türkiye Devleti, İkinci Dünya Savaşı'na kadar bu temel felsefe üzerinde hayatiyet bulur. 1940'lı yıllarda iyici filizlenen bu düşünce, döneminde birçok şahsiyetin yetişmesine ve fikrin yayılmasına vesile olur. Kızılelmanın Türk milletinin manevî besini olduğunu söyleyerek bunu Turan fikri ile kuvvetlendiren Nihal Atsız ve 1960'lı yıllardan itibaren Kızılelma, Turan fikrini Türk politik çevrelerine taşıyan ve doktiriner bir çehresi olan Alparslan Türkeş. ..Millî devlet-güçlü iktidar sloganıyla kitlelere aktarılan düşüncenin ilk safhası güçlü bir Türkiye Devleti idealidir. Tamamen inkılâpçı bir ruha sahip olan siyasî görüş, Dokuz Işık doktirini ile güçlü ve bulunduğu konumda çevresinin güç odağı olan Türkiye Devleti'ni gerçekleştirmek gayretindedir.

Nitekim yüzyılımızın son çeyreğinde dünyada olan gelişmeler bu fikrî ve siyasî görüşün haklılığını ispat etmektedir. Millî ülkü olan Kızılelma, Türk birliğinin, yani Turan'ın tesisidir. Bunun birinci dönemi bağımsızlık, ikinci dönemi birlik, üçüncü dönemi ise fetihler dönemidir. Buradan hareketle denilebilir ki, tarihî dönemlerden itibaren tecrübelerle sabit olan Türk birliği fikri, günümüzde yeniden hayat bulmuştur. Özellikle yetmiş yılı aşkın bir süredir Rus egemenliğinde yaşayan Türk gruplarının bağımsız devletler olarak dünya devletleri içinde yer almaları, başka Türk gruplarının şimdilik federasyon yapısı içinde yarı bağımsız olmaları ile başta Türkiye ile olmak üzere Türk devlet ve toplulukları arasında başlayan iş birliği, Türk'ün Kızılelması olan Turan'a giden bir yol olarak görülmektedir. Ulaşılması gereken hedef, mefkûre olarak anılan Kızılelma, zaman zaman coğrafî yerlere isim olarak verilmiştir. Bu yer veya varılması gerekli coğrafyalar Macaristan, İstanbul, Roma, Engirüs, Viyana gibi beldeler olmuştur. Ancak sadece coğrafî yer, ulaşılması, fethedilmesi gerekli belde olmaktan çok, Kızılelma, Türk milletinin hedefi olarak zihinlerde yer etmiştir. Zaman zaman bir devlet olma ideali olan Kızılelma, çoğu kez Türk birliği idealinin ismi olmuştur. Bugün de Türk milletinin birleşme ideali, Turan Devlet fikri olarak yaşamaktadır .

Görüldüğü gibi Kızılelma konusunda netice olarak şu söylenebilir; "Türkler için Kızılelma, üzerinde düşünüldükçe uzaklaşan ancak uzaklaştığı oranda cazibesi artan idealler veya hayallerdir."

İlimcilik

Bugün dünya üzerinde ilimdeki büyük gelişmeler insanlığa uçsuz bucaksız gelişme ve mutluluk ufukları açmıştır. Bir memleketin refahlı olması, güçtü olması her şeyden önce o memlekette yaşayan insanların ilimde, teknikte ileri bir seviyeye ulaşmış olmaları ile mümkündür. Bir milletin askerî gücü de ilim ve teknik gücüne, medeni seviyesine bağlıdır. İlimde, teknikte geri kalmış bir ülkenin insanları ne kadar kahraman yaratılıştı olurlarsa olsunlar, onların millî savunma yönünden, askerlik yönünden güçlü olmaları mümkün değildir. Bu sebeplerden Türkiye'yi kalkındırmayı düşünürken Türk milletinin hızla bir an önce refaha kavuşmasını, mutluluğa kavuşmasını ve güçlü bir varlığa sahip olmasını sağlamak için ilim ve teknikte büyük bir ilerleme kaydetmek mecburiyetindeyiz.

Bunun için Türkiye'nin ilimde, teknikte süratle en yüksek seviyeye çıkmasını, hızla modern sanayii kurmasını, tarımını modernleştirmesini sağlamak için dünya çapında yüksek kaliteli, liyakatti ilim adamları ve teknisyenler yetiştirmek zorunluluğu vardır. Bu vasıfta insan gücü yetiştirmedikçe Türkiye'nin ilimde, teknikte süratte ilerlemesi ve modern sanayie sahip olması, tarımını modernleştirmesi mümkün olamaz. Bunun için Türkiye her şeyden önce öğrenimde bulunan gençler içinden en kabiliyetlilerini seçerek bunlara geniş öğrenim imkânları sağlamalı ve süratle dünya çapında her konuda yüksek seviyeli ilim adamları ve teknisyenler kadrosunu kurmalıdır. İster matematikte, ister fizikte, ister kimyada, ister tarım bilgilerinde, ister sosyal bilimlerde olsun dünya çapında ve en yetenekli ilim adamları yetiştirmek ve Türkiye'yi kalkındırmaya yetecek bir ilim adamları kadrosunu teşkil etmek Türkiye için başlıca önemli meseleyi teşkil etmektedir. Bugüne kadar Türkiye'yi idare eden iktidarlar bu konuyu karıştırmışlardır. Türkiye için her kasabada ortaokul, liseler açmak, her yerde okulları çoğaltmak başlı başına Türkiye'nin meselelerini çözmeye yetmez. Öncelikler tespit etmek zorunluluğu vardır. Öncelikleri düşündüğümüz zaman da, Türkiye'nin kalkınmasını sağlamada birinci öncelik yüksek seviyeli, liyakatli ve üstün kaliteli ilim adamları, teknisyenler kadrosunu kurmaya önem vermek gerekmektedir. Birinci öncelik buradadır. Böyle bir kadro kurulduktan sonra bu kadronun varlığı sayesinde Türkiye'nin süratle modern sanayie sahip olması ve tarımını modernleştirmesi mümkün olacaktır. Ve bu üstün, seçkin ilim adamları kadrosu sayesinde Türkiye ilim ve teknik yönünden büyük bir güç elde etmiş olacaktır. Buna işaret etmeyi çok gerekli saymaktayım.

Bunun yanı sıra millî eğitimin ele alınması ve millî eğitimin Türkiye'nin ilimde, teknikte süratle dünyanın en ileri gitmiş ülkesi haline gelmesini sağlayacak bir plânlama yapmak ve buna göre bir millî eğitim faaliyeti göstermek gerekmektedir. Millî eğitimin başlıca dört gayesi olduğu ortaya konulmalıdır. Bu gayeleri sırayla şöyle ifade edebiliriz : Birincisi, Türk insanını yaşı ne olursa olsun Türk milletinin tarihinden şuur almış olan, Türk geleneklerinden şuur almış olan, Türk milletinin milliyetçilik duygularıyla ve manevî değerleriyle beslenmiş olan insanlar olarak yetiştirmek teşkil etmelidir. Millî eğitimin birinci gayesi bu olmalıdır. Türk insanını Türk milletinin örnek bir kişisi, Türk milletinin bütün vasıflarını üzerinde taşıyan müşterek vasıfları benimsemiş insan olarak yetiştirmek olmalıdır. Kendi tarihinden habersiz, geleneklerinden habersiz, örfünden habersiz, manevî değerlerinden habersiz çıplak bir varlık olarak insanlarımızın yetişmesi, yurdumuzun büyük zaafını teşkil etmektedir. İkinci gaye : Millî eğitim Türk milletinin sosyal ve ekonomik ihtiyaçlarına göre hedeflerini tayin etmeli ve Türk insanı ona göre yetiştirmelidir. Türk milletinin sosyal ve ekonomik ihtiyaçları önce tespit edilmelidir. Yani Türkiye'nin modern sanayii kurması, Türkiye'nin modern tarım kurması, Türk toplumunun kalkınması için ne kadar doktora ihtiyacı vardır, ne kadar kimyagere ihtiyacı vardır, ne kadar mühendise ve yüksek mühendise ihtiyacı vardır, ne kadar makine mühendisine ihtiyacı vardır, ne kadar öğretmene ihtiyacı vardır, ne kadar tornacıya, tesfiyeciye ihtiyacı vardır ; bunlar gayet dikkatli olarak, ilmî bir şekilde tespit edilmeli ve Türk toplumunun bu sosyal ve ekonomik ihtiyaçlarına göre Millî eğitimin hedefleri tespit edilerek ona göre okullar açılmalı, ona göre teşkilâtlanma yapılmalı ve bu okullara ona göre öğrenciler alınarak bu hedeflere göre Türk insanı eğitilerek yetiştirilmelidir.

Millî eğitimin üçüncü gayesi : Türk insanını topluma yük olmadan yaşayacak, üretici olarak yetişecek ve topluma katkıda bulunacak şekilde yetiştirmesi esas olmalıdır. Okullardan birtakım gereksiz bilgi yüküyle yüklenmiş ve gözünü devlet kapısına dikmiş, devlet kapısında memuriyet peşine düşmüş insanlar yetiştirmek özellikle bundan sonra, memleketimiz için çok zararlı ve tehlikelidir. Türk insanını üretici olacak şekilde yetiştirmek, Türk toplumuna katkıda, bulunacak şekilde yetiştirmek, hem bu şekilde bilgili yetiştirmek, kabiliyetli yetiştirmek hem de bu ruhta ,bu anlayışta; bu zihniyette yetiştirmek büyük önem taşımaktadır.

Dördüncü gaye : Bugün dünya üzerinde tekniğin, teknik bilginin önemi hayatî derecede artmıştır. Bunun için Türk çocuklarını teknik eğitime yönelik yetiştirmek gerekmektedir. Türk çocuklarını, Türkiye'nin ihtiyacı olan kalkınmayı sağlayacak bir eğitim göstererek yetiştirmek yoluna gidilmelidir. İlim ve teknik milletlerin sayısı ne olursa olsun, durumu ne olursa olsun diğer milletler arasında durumunu sağlamlaştırmakta ve etkin hâle getirmektedir. Bunun için bu konu Türk milleti için de hayatî değer taşımaktadır.

Karşılaşılan her olayı, önümüze getirilen her meseleyi gördüğümüz her işi ön yargılardan ayrılarak, art ;düşüncelerden sıyrılarak gerçekçi' bir gözle göstermek ve ilim zihniyetiyle bunu muhakeme etmek değerlendirmek başlıca usul olmalıdır.

Her çeşit peşin hükmü kafalardan bir kenara bırakacağız. Her olayı incelerken ilim metodunu takip edeceğiz. Bu da nedir? Müşahede, inceleme, araştırma, analiz, tecrübe ve müspet sonucu bulmak. Demek ki, bütün memleket meseleleri ile ilgili olayları, tutumları düşünürken en doğru neticeye varabilmek için uygulayacağımız îlke ilim metodu, ilim mantalitesi olacaktır ve bütün faaliyetlerimizde bize yol gösterici olarak ilmi önder kabul edeceğiz. Bunu da görüşümüze esas olarak almakta çok fayda gördük. Çünkü çoğu zaman birçok kimseler ilk hamlede ortaya ön yargılarla, art düşüncelerle çıkıyor ve daha ilk anda muhakeme yürütüp, doğru sonuca varma yolların tıkamış oluyor. Bunun için ilimciyiz. İlimcilikten de kastettiğimiz şey,yukarıda da belirttiğimiz gibi olayları incelerken, ilim mantalitesini, ilim metodunu kullanmak ve her işimizde ilmi kendimize önder kabul etmektir. Yalnız ve sadece ilmi , müspet ilmi önder kabul edeceğiz.

Endüstricilik ve Teknîkçilik

Bugün dünya atom, nükleer ve uzay çağına girmiş bulunmaktadır. İnsanlığın hayatında endüstri, makine ve önemli yeri almış bulunmaktadır. Türk milletinin 300 yıla varan bir dönem içinde uğramış olduğu yenilgiler ve karşılaşmış olduğu felâketler, acılar, gelişen makine gücünün endüstri gücünün karşısında Türk milletinin kol gücüyle, hayvan gücüyle yalın bir durumda kalmış olmasıdır. Bugün bir toplumun güçlü alması her şeyden önce modern sanayi kuruluşu olmasına, teknikte ve endüstride en yüksek seviyeye çıkmış bulunmasına bağlıdır. Yıllarca memleketimizde birtakım tartışmalar olmuştur. Türkiye bir ziraat memleketi mi olmalıdır, ziraatını mı geliştirmelidir, sanayileşmeye fazla yönelmemeli midir, yönelmeli midir? gibi tartışmalar ortaya atılmıştır. Modern bir toplum olmak, güçlü bir devlet, millet hâline gelmek için Türkiye'nin en kısa zamanda dünyanın en ileri endüstri ülkesi hâline gelmesi gerekmektedir.

Bu tarımın ihmal edileceği, tarımın terk edileceği anlamına gelmez. Türk milleti endüstri sahibi bir toplum olmakla beraber tarımını da modernleştirerek, tarıma da aynı derecede önem verecek ve modern bir tarım kuracaktır. Esasen modern bir tarım kurmak da endüstrisiz mümkün değildir. Bunun için; Türkiye tarıma yönelmelidir, bir tarım ülkesidir. Tarım üzerinde çalışmalarını yoğunlaştırması daha doğru olur. Endüstri yönünden de tarımla ilgili hafif endüstri kurmakla yetinmelidir, görüşü doğru bir görüş değildir. Türkiye ağır endüstriye dayanan ve her çeşit fabrikaları, modern aletleri, makineleri yapabilecek kapasitede bir endüstri sahibi olmak zorundadır. Bunun için millî doktrin Dokuz Işık'ın içerisine ilimcilik ilkesi bulunmakla beraber ayrıca bir endüstricilik, teknikçilik ilkesi de konulmuştur. Yaşadığımız çağ teknik çağıdır. Bugün insanlar artık uzaya gitmektedirler, Ayı ziyaret etmektedirler. Yarın diğer yıldızlara da gitmeleri şüphesiz mümkün olacaktır. İleri milletlerin bu derecede teknik alanda, endüstri alanında atılım yaptıkları bir çağda Türkiye'nin endüstri ve tekniği ihmâl etmesi düşünülemez. Türkiye'nin 300 yıllık geçirdiğimiz son dönem içerisinde bir türlü kalkınamamış olmasının önemli bir sebebi, ağır endüstriye ve teknikçiliğe gerekli önemi vermemiş olmamız, bir an önce bunu Türkiye'de kurmak, geliştirmek için kuvvet yoğunlaştırması, gayret yoğunlaştırması yapmamış olmamızdır. Türkiye ile. ileri milletler, ileri devletler arasındaki geri kalmışlık mesafesi 300 yıldır küçülmemiştir, aksine büyümüştür. Bundan 100 sene önceki Türkiye ile 100 sene önceki ileri Avrupa ülkesi İngiltere, Almanya veya Fransa arasındaki geri kalmışlık mesafesi geçirdiğimiz 100 yıl içinde kapanmak şöyle dursun aksine olarak daha büyümüştür. Bugün ileri milletler artık füzelerle uzaya çıkabilme imkânını elde etmişlerdir. Türkiye ise hâlâ elektrik çağına girmek için uğraşmaktadır.

İşte bütün bunları dikkate alarak Türk milletinin bir an önce refaha kavuşması, mutlu olması ve her tehlikeye karşı kendi gücüyle ayakta durabilecek bir hâle gelebilmesi için Türkiye'yi büyük bir seferberlik yaparak en kısa zamanda en ileri bir endüstriye sahip kılmak ve teknikte en ileri bir toplum haline getirmek başlıca amacımızı teşkil etmektedir.

Bugün dünya atom ve füze çağından içeriye girmiştir. Artık buhar çağı geride kalmıştır. Elektrik çağı da arkada kalmak üzeredir. İnsanlık yeni bir çağa giriyor. Bu çağ atom ve füze çağıdır. Bu ne ile mümkün olabilir? Teknikle mümkün olur ve bir de milletlerin endüstri sahibi, ağır endüstri sahibi olmalarıyla mümkün olur. Endüstri de yine neye dayanır? Tekniğe dayanır. O hâlde teknik sahada en ileriye gitmek, yükselmek ve büyük endüstri sahibi olmak, kalkınmamız için, kurtuluşumuz için temel ilkelerimizden bir diğeridir. Ana ilkelerimizi bu şekilde özetlediğimi zannediyorum. TÜRK MİLLETİNE yararlı olabilmek için bu ilkelerin uygulanmasında ULU TANRI'dan bize güç ve imkân vermesini dilerim.

Ancak bunu yaparken geçmişimize karşı hakaret ve onunla olan bağlantıyı kesmeyi asla düşünmüyoruz. Çünkü millet devamlı olarak bir akıştır. Onun hayatının herhangi bir yerden kesip , evvelkini silip çıkarmağa imkân yoktur. Onun için gelişmecilikte devamlılığı esas kabul ediyoruz. Yani yapacağımız bütün faaliyetlerde, bütün ilerleme ve kalkınma hamlelerinde yapacağımız bütün işlerin millî ruhumuza ve millî geleneklerinize uygun olması esasını kabul ediyoruz. Gelişmecilik ilkesiyle kast ettiğimiz görüşün özeti budur.

Toplumculuk

Toplumculuk demek : Toplum menfaatinin, toplum varlığının, kişi varlığının üzerinde gözetilmesi demektir. Bu ilke de Türk töresinden kaynağını almaktadır. Türklerin tarih boyu yaşayışlarında daima milletin varlığı, vatanın menfaatleri, devletin menfaatleri ve varlığı kişi varlığının üzerinde, kişi varlığının önünde yer almıştır. Onun için millî doktrin Dokuz Işık'ın toplumculuk ilkesi de bu görüşü ortaya koymak için millî doktrin içinde yer almıştır. Kişiler, toplumun yararını, toplumun yükselmesini, Türk milletinin korunmasını, yükselmesini, yaşatılmasını her şeyin üstünde görecekler ve her hareketi Türk milletine yararlı mı yoksa zararlı mı olur düşüncesiyle değerlendireceklerdir. Bu ilkenin genel anlamda ifadesi budur.

Toplumculuk görüşü başlıca iki bölüme ayrılır. Birincisi : Ekonomik görüşü teşkil eden bölümdür. Diğeri ise sosyal yapıyı ilgilendiren, sosyal görüşü temsil eden bölümdür. Ekonomik görüşümüzü şöylece ifade edebiliriz. Türk milletinin süratle kalkınması, tarımını modern hâle getirmesi ve modern sanayi kurması gerekmektedir. Bize göre Türkiye bir tarım ülkesi olarak kalamaz. Türkiye'nin sadece bir tarım ülkesi olduğunu kabul etmek mümkün değildir. Buna karşılık Türkiye'yi tarımı ihmal ederek yalnız sanayi ülkesi hâline getirmek de düşünülemez. Bir milletin güçlü olması, bir milletin refahlı ve mutlu olması hem tarımda hem de sanayide dengeli bir şekilde kalkınmış, ilerlemiş bulunmasına bağlıdır. .Bunun için. biz tarıma da en yüksek önemi vereceğiz, sanayileşmeye de en yüksek önemi vereceğiz ve her iki alanda milletimizin süratle ileri gitmesini sağlayacak tedbirleri alacağız. Tarımımızı ilme ve tekniğe dayanan modern bir tarım hâline getireceğiz. Türkiye'mizi süratle sanayileştireceğiz ve her çeşit modern makineleri, fabrikaları, araçları, gereçleri kendi ilim adamlarının, teknisyenlerinin bilgisiyle ve kendi insanlarının el emeğiyle kendi topraklarında kurulmuş fabrikalarda yapabilen bir hale getireceğiz. Ülkemizin kısa zamanda refaha kavuşabilmesi için tarımda ve sanayide modern, standart kitlevî çok üretim sağlamak başlıca hedefimizi teşkil edecektir. Çok üretim ancak Türkiye'yi refahlı yapabilir ve sıkıntılardan kurtarabilir. Bununla beraber, bunlardan ayrılmaz kabul ettiğimiz diğer bir görüş de gerek devlet idaresinde, gerek milletimizi meydana getiren her vatandaşın yaşayışında, tasarrufu hâkim kılmak görüşüdür. Yurdumuzda büyük israflar yapılmaktadır. İsrafların önlenmesi ve her alanda tasarrufa gidilmesi sermaye birikimi sağlamakta ve Türkiye'nin süratle kalkınmasını teminde başvuracağımız tedbirlerden birisi olacaktır. Çok üretim sağlamak, çok ihracatta bulunabilmek ve aynı zamanda tasarrufu hâkim kılan bir yaşayışı memleketimizde yürürlüğe koymak Türkiye'mizin kalkınmasını sağlayacak genel esaslardır. Bunları belirttikten sonra Türk milletinin kalkınması için uygulayacağımız model nedir?

Bu model "Üçlü Esasa Dayanan Karma Ekonomi" modeli olacaktır. Yeni hem özel teşebbüs desteklenecek, yardım görecek hem devlet eliyle kamu yatırımları yapılacak hem de bunlardan başka milletimizin insanlarını sosyal dilimler, gruplar hâlinde, kooperatifler hâlinde, üretim ve tüketim birlikleri hâlinde teşkilâtlandırarak, tasarruf sandıklan kurarak, Meyak gibi, Oyak gibi kuruluşlar meydana getirerek millet eliyle yatırımlar yapılması sağlanacaktır. Özel sektör, kamu sektörü, ve millet sektörü hâlinde Türkiye ekonomisinin tanzimi sağlanacaktır. Türk milletini altı sosyal dilim hâlinde mütalâa etmek mümkündür. Bugün milletimizi meydana getiren insanların yaşayışları, mesleklere bölünmeleri yönünden incelediğimiz zaman % 65'ini teşkil eden kısmının köylü olduğunu, köylerde yaşadığını ve çiftçilikle geçindiğini görmekteyiz. Bunlardan başka sayılan 4,5-5 milyonu bulan bir esnaf kütlesinin bulunduğu da bir gerçektir. Bunun yanı sıra bir memur tabakasını, sayısı bugün 3 milyonu bulan bir işçi grubunu görmekteyiz. Bunlardan başlıca da serbest meslek erbabı dediğimiz bir grup vardır. Avukat gibi, doktor gibi eczacı gibi kendi bilgileri ve emekleriyle serbest olarak çalışan insanlarımızın meydana getirdiği bir grubu görmekteyiz. Bunların yanı sıra bir de iş veren grubu vardır. Bunları kısaca şöyle sıralayabiliriz. Köylü dilimi, işçi dilimi, esnaf dilimi, memur dilimi, iş veren dilimi, serbest meslek mensupları dilimi. Böylece, Türk toplumunun bugünkü sosyal yapısı itibarıyla 6 sosyal dilimden meydana geldiği görülmektedir.

Dokuz Işık'ın ekonomik görüşüne göre bu 6 sosyal dilimin kendi içerisinde teşkilâtlandırılması gerekmektedir. Kendi içinde bu sosyal dilimin ayrı ayrı bir tasarruf teşkilâtı kurması gerekmektedir. Millî doktrinin görüşüne göre mülkiyet hakkı insanlar için vazgeçilmez, kutsal bir haktır. İnsan tabiatına uygun bir haktır. İnsan kendisinin olan bir şeye sahip çıkar. Kendisinin olan bir şeyi korur, saklar, onun bakımını sağlar. Kendisinin olmayan bir şeyle ilgisi zayıflar veya hiç kalmaz Bunun için milli doktrin Dokuz Işık mülkiyeti insan haklarının vazgeçilmez bir bölümü kabul etmektedir. Fakat mülkiyetin kapitalist sistemde olduğu gibi belirli kimselerin elinde yığılmasına ve mülkiyet hakkının başka kimselerin üzerinde sulta kurmak vasıtası olarak kullanılmasına karşıdır.

Dokuz Işıkçı ekonomik görüş, bir toplumda, o toplumu meydana getiren kişilerin her birinin ayrı ayrı mülkiyet sahibi olması görüşündedir. Onun için millî doktrin mülkiyeti bütün vatandaşlara, halka yaygınlaştırma ilkesini kabul etmiştir. Bu maksatla her sosyal dilim bir tasarruf sandığına, bir tasarruf teşkilâtına, sahip olacaktır. Hisse senetleri vasıtasıyla, kurulan fabrikalar, kurulan tesisler bu tasarrufları yapan vatandaşlarımızın malı olacaktır, mülkü olacaktır. Böylece her vatandaşa mülkiyet hakkı sağlanacak ve mülkiyet yaygınlaştırılmış hâle getirilecektir. Dokuz Işık'ın öngördüğü ekonomik model budur. Bunun yanı sıra Türkiye'nin kalkınması için hızlı, büyük yatırımlara girişmek ihtiyacı vardır. Hızlı büyük yatırımlara girmek ihtiyacı dolayısıyla büyük sermaye birikimine ihtiyaç vardır. Bugün biliyoruz ki Türkiye'de büyük sermaye birikimi şöyle dursun, normal sayılacak bir sermaye birikimi dahi yoktur. O hâlde süratli büyük yatırımları sağlamak için bu büyük sermaye birikimi nasıl sağlanır, nasıl temin edilir? Bunların temini için Dokuz Işık'ın öngördüğü yollar şunlardır:

Birisi millet sektöründe açıklandığı üzere Türk milletinin tasarrufa sevk edilmesi ve bu tasarruf dolayısıyla her vatandaşın sahip olduğu küçük imkânların birleştirilerek büyük sermaye birikimi sağlanması yolu olacaktır. İkincisi halkın kullanılmayan emeğinin kullanılması. Halk enerjisinin seferber edilmesi yoluna başvurulacaktır..... Biliyoruz ki insan emeği zamana bağımlı olarak değerlendirilmedikçe, zaman aşımıyla muhafazası, depolanması ve gerektiği zaman kullanılması mümkün olmayan bir varlıktır. Bu sebepten insan emeğini zamanında, ilmi şekilde, randımanlı şekilde değerlendirmek gerekmektedir.

Bunun yanı sıra Türkiye'nin kalkınmasını sağlamada öncelikler tayin etmek zorunluluğuyla karşı karşıyayız. Bugüne kadar Türkiye'yi idare eden iktidarlar, bu öncelikler tayininde yanılmışlardır veyahut da öncelik tayinini düşünememişlerdir. Türkiye'nin bir an önce kalkınması, refaha kavuşması, güçlü hâle gelmesi her şeyden önce onun modern sanayie sahip olması, modern tarıma sahip olmasıyla mümkündür. O hâide yatırımları öncelikle bunu sağlamaya yöneltmek lâzımdır. Süratle Türkiye'nin bütün tarımını teşkilâtlandırmak, modern hâle getirmek ve Türkiye'yi süratle sanayileştirmek yönüne yatırımları yoğunlaştırmak lâzımdır. Buna katkıda bulunmayan alanlara yatırım yapmak doğru değildir. Bunları daha sonraya bırakmak lâzımdır. Misal ne olabilir? Misal; süslü binalar yapmak, opera binaları yapmak, kapalı spor salonları yapmak gibi faaliyetlerdir. Bunu söylemekle spor faaliyetlerine karşı olduğumuz veyahut sanat faaliyetlerine, tiyatro faaliyetlerine karşı olduğumuz anlamı çıkmamalıdır. Fakat öncelikle Türk üretimini arttıracak. Türkiye'nin üretimini çoğaltacak ve bu yoldan .Türkiye'nin gelirini, iktisadi gücünü artıracak faaliyetlerin yapılması gereklidir. Gelir sağlandıktan sonra, refah sağlandıktan sonra bu gibi imar faaliyetlerinin yapılması çok kolaylaşmış olur. Bunları bir sıraya koymak görüşünü savunmaktayız. Yani biz, hemen ekonomiye katkıda bulunmayan ve üretimin artışını sağlamayan yatırımlara ölü yatırım demekteyiz. Türkiye'yi kalkındırmak için ölü yatırımlardan kaçınmak lâzımdır. Ölü yatırım dediğimiz zaman şunu kastetmekteyiz: Yatırdığımız sermayenin hemen Türk ekonomisine fazla üretim sağlamayan, fazla gelir sağlamayan teşebbüsler demektir. Biz buna karşıyız. Bunu hatalı bulmaktayız. Bunun yanı sıra memleketin sahip olduğu, tabiî birçok imkânları süratle değerlendirmek gerekmektedir.

Türkiye'nin hızla kalkınmasında başvurulması icap eden tedbirlerden biri de sahip olduğumuz tabiî kaynaklan süratle seferber etmek, değerlendirmektir. Bundan başka çeşitli ekonomik faaliyetler ve dış ticaret konularında da devletçe enerjik tedbirler alınması görüşündeyiz.

Toplumculuk ilkesinde gözettiğimiz hususlar üç ayrı bölümde açıklanabilir:

l- ÖZEL TEŞEBBÜS :
Toplumun kalkınmasında özel teşebbüs desteklenecek, himaye edilecektir. Ancak bu konuda iş verenle işçinin karşılıklı olarak haklarının korunması ve bu iki tarafın münasebetlerinin milletin zararına olmayacak şekilde kontrol, tanzim ve nezaret altında bulundurulması şarttır. Demek ki, özel teşebbüsü korumak, himaye etmek prensibimizdir; desteklemek, teşvik etmek amacımızdır. Fakat bunu yaparken iş veren işçi ilişkilerini karşılıklı olarak iki tarafın da haklarını koruyacak ve her iki tarafın münasebetlerinin milletin zararına olmayacak şekilde denetlenmesi, düzenlenmesi, nezaret altında bulundurulması esasını şart koşuyoruz.

II-KÜÇÜK SERMAYENİN BİRLEŞMESİ :
Memleketimizde yapılması gereken pek çok büyük iş vardır. Bunların başarılması için halkın elindeki küçük tasarrufların teşvik edilerek, devlet tarafından tanzim ve organize edilerek birleştirilip halkın sermayedar olacağı büyük ekonomik teşebbüslere girişilmesini gaye edinen bir görüşe sahibiz. Ayrı aynı kimselerin elinde bulunan küçük tasarruflar, mesela, on bin kişinin yirmi bin kişinin katılıp birleşmesiyle büyük sermaye hâline gelir ve bu sermaye büyük tesislerin kurulmasını sağlar. Bu nasıl olacaktır? Halkımız buna alışmıştır. Halkı buna teşvik etmek, alıştırmak, cesaretlendirmek, organize etmek ve ön ayak olmak devletin görevleri arasında olacaktır. Bunun dışında yapılması icap eden birçok büyük işin ayrıca yine devlet eliyle bizzat ele alınarak başarılması gerekir. Bugün Amerika gibi en kapitalist memleketlerde dahi, bazı büyük işler vardır ki, tamamıyla devlet tarafından yapılmaktadır. Bunlar meselâ : Atom, füze araştırmaları ve ilmî araştırmalar gibi büyük organizasyon isteyen, büyük masraflar isteyen işlerdir. Bunların tamamıyla devletçe ele alınıp planlanması ve süratle başarılması esasını içine alan bir görüşü tutuyoruz.

III- SOSYAL YARDIM VE GÜVENLİK TEŞKİLATI :
Bu da, Türk milletini içine alacak bir sosyal yardımlaşma ve güvenlik teşkilâtı meydana getirmek görüşüdür. Türk milleti bugün sosyal bakımdan organize edilmemiş, dağınık bir durumdadır. Eskiden onun birtakım sosyal bağları, sosyal kuruluştan vardı. Bunlar dağıldı, yıkıldı. Meselâ eskiden vakıflar vardı, mahalle heyetleri vardı. O günün şartlarına göre, zamana uygun düşecek birtakım sosyal ve ekonomik organizasyonlar vardı. Loncalar vardı, loncaların da aynı zamanda sosyal fonksiyonları vardı. Bunlar zamanla yok oldu, kalktı.

Bugün milleti tekrar organize etmek lâzım geliyor. Bunların en başında gelen işlerden birisi de bütün halkı içine alacak bir sosyal yardımlaşma ve sosyal güvenlik teşkilâtı kurmaktır. Yani Türkiye içerisinde hiç kimse sahipsiz, yardımsız, himayesiz, desteksiz, işsiz kalmamalı, kalmak korkusuna düşmemelidir. Bir ailenin reisi mi öldü, çocukları, ailesi mutlaka bu teşkilât tarafından derhâl himaye edilmelidir. Çocukları okuyacaksa okutulmalı, tahsillerine devam ettirilmelidir. Ailesine iş bulunmalıdır. Bütün bu problemleri üzerine alan bir organizasyon meydana getirilmelidir. Böyle bir organizasyon olmaksızın cemiyette büyük haksızlıklar, büyük facialar meydana gelir ve böyle bir durum milleti sıhhatli olmaktan çıkarır. Birçok yerlerde sizler, kendiniz de, bu gibi olaylara her hâlde tesadüf ediyorsunuz. Birçok facialar görüyorsunuz, işitiyorsunuz. Bunları önleyecek böyle bir organizasyon kurmayı esas kabul eden bir görüşün sahibiyiz. Yani toplum içerisinde herkes bilecek ki, her-, kesin sosyal güvenliği sağlanmıştır. İş mi? Başvuracaksınız, iş verecek. Hastalık mı? Tedavi görecek. Tahsil mi? Çocuğuna tahsil imkânı sağlayacak.

Ayrıca sağlık ve adalet güvenliği, sağlanmasını düşündüğümüz bir diğer iştir. Yani bir dava ve mahkeme konusu olduğu zaman, vatandaş ihtiyacı olan avukat, mahkeme masrafı ve diğer zaruri masraflar gibi yardımları kolayca elde edebilmelidir. Bugünkü gibi öyle parası olanın kendisine çifter çifter avukat tutup, şahit masraflarını ödeyip hukuk imkânlarından rahatça faydalanması ve parası olmayan vatandaşların ise, bunlardan yoksun kalarak haklarını koruyamaması durumu ortadan kaldırılmalıdır. Ayrıca ceza ve tevkif evlerinin durumu da insanlığa yakışır şekilde ıslâh edilmeli ve oraya düşen vatandaşlar tam bir imkân eşitliğine kavuşturulmalı, henüz sanık durumunda olan vatandaşın haysiyeti korunmalıdır.

Toplumculuk ilkemizin içine aldığı önemli bir husus da şudur:

Türk milleti yüzyıllar boyunca büyük ihmallere uğramış, sıkıntılara düşmüş, felâketler geçirmiş bir millet olduğu için özellikle halk ve köylü, aydınlara, kendisine yol göstermeye, yardım etmeye gelenlere karşı güvensizdir ve aynı zamanda ümitsizdir: Yani kötümserdir. Bunun en açık misalini şarkılarımızda, türkülerimizde görürüz. Daima bir kötümserlik sonucu olarak halkımızda hareket, büyük hamle yapma kabiliyeti durdurulmuştur. Bunu açmak lâzım. Büyük işlerimizi, büyük tasarılarımızı çözebilmek için halk enerjisini seferber etmeliyiz. Halkı uyandırmalıyız. Halkı uyandırabilmek için de güzel sanatları bu amaçla seferber etmeliyiz. İnsanlara, önce neş'e, yaşama sevinci ve şevk aşılamalıyız. Heyecan aşılamalıyız. Neş'e, ümit ve şevk duyan insan yorulmadan çalışabilir : Enerji gösterebilir. Ümitsizliğe düşen, kötümserliğe düşen insan yaşama iştahını kaybeder. Çalışma, kuvvetini kaybeder. Bunu kendi hayatımızda birçok kere duymuş, üzgün olduğumuz zamanlarda çalışma isteğimizin olmadığını anlamışızdır. İşte Türk milletinin kalkınması için başvuracağımız önemli çarelerden birisi budur. Sanatı, kültür faaliyetlerimizi, halk! heyecana getirmek; ona ümit, zevk, neş'e vermek ve böylece halk enerjisini seferber ederek hareket yaratmak istikametinde kullanmalıyız. Bunun için de biz bir ilke olarak diyoruz ki, sanat toplum için, toplum yararına kullanılacaktır! Toplum yararı için seferber edilecektir. Böyle boşa giden halk enerjisini (ki, bizim halkın büyük bir çoğunluğu senede üç buçuk ay çalışıyor, geri kalan sekiz buçuk ay bu enerji heder oluyor.seferber edip, erozyon problemimizin çözülmesi, memleketin ağaçlandırılması, sulama işleri, yol meseleleri gibi büyük meselelerimizin haili yolunda faydalanmalıyız.

Bu arada halka yine boş vakitlerini değerlendirecek elişleri, el sanatları, öğretmek, göstermek, okuma melekesi ve kültürünü arttıracak kurslar açmak ve hiçbir dakikasını heder etmeyecek şekilde organize etmek toplumculuk prensibi içine aldığımız hususlardan bir diğeridir.