20 Nisan 2009 Pazartesi

KÜRESELLEŞME VE ULUSAL KİMLİK (Gökçen Çatlı)

Gross’a göre gelenek;

“Aktarmak, vazgeçmek ya da devretmek anlamına gelen Latince tradere’den gelmektedir. Traditio bir şeyin aktarıldığı sürece, traditum şeye gönderme içerir. Oxford Sözlüğü geleneği birinden diğerine, bir kuşaktan diğerine… Aktarma edimi olarak tanımlamaktadır. Webster’s ise, bir başkasının eline vermek ya da bilginin ardışık kuşaklara aktarımı olarak tanımlıyor. Tradere, aynı zamanda bir şeyi saklaması için birine vermek anlamında kullanılmaktadır. Bu ikinci anlam, Roma Hukuku’nda, özellikle miras yasalarına ilişkin olarak başat olan anlamdır. Şu halde traditio denildiğinde: a) birine verilen; b) armağanı alan kişinin, verene karşı yükümlülük olarak iyi muhafaza etmesi gereken; c) değerli olan bir şey anlaşılmalıdır” (Gross, 1992: 2).



Elbette kimi gelenekler, yeni kuşaklar tarafından benimsenmeden terk edilir, kimi de benimsenir. Bu açıdan ele alınırsa, Gross’un tanımını tersine çevirerek geleneğin bir aktarım değil, Özbudun’un dediği gibi seçici tarafından bir seçilim sorunu olduğunu düşünmeliyiz. Bugüne kadar gelenekler ihtiyaçlara, değişen günlük alışkanlıklara, iklim koşullarına vb. cevap veremediği için unutulmaktaydı. Bugün gelenekler yani yerel kültürel dokular, dünyalık kültürel dokularla, küreselleşme (globalisation) dolayısıyla karşı karşıya gelmiştir. Bu durum, geleneklerin terk edilmesini mi, yoksa etnik kimliklerin yükselişe geçmesiyle yeni bir dirilişi mi müjdelemektedir? Küreselleşme çağında geleneklere ve geleneklerin hak sahipleri olan ulusal kimliklere ne olmaktadır?

Kimi, Kılıç gibi küreselleşme karşısında geleneklerin ve ulusal kimliklerin tehdit edildiğini düşünmektedir. Ona göre gelenekler, küreselleşme etkisiyle terk edilmektedir, çünkü evvela küreselleşme, kültürleşme dolayısıyla folklorik değerleri ortadan kaldıran unsurlardan biridir. Kültürleşme, başka toplumlardan etkilenen öğeler olarak, kültür gruplarının birbirleriyle sürekli ilişki ve etkileşimi sonucunda, gruplardan birisinin ya da fazlasının ötekine ait kültürel öğeleri benimsemesiyle yeni bir kültür bileşiminin çıkması olduğuna göre, geleneklerin kaderi eriyip gitmek olacaktır. Örneğin güçlü bir kültürleşme aracı olan televizyonun, yabancı ülke kanallarını dijital teknolojiyle dünyanın bir ucundan bir ucuna üstelik canlı yayınla görüntü göndermesi hem muhteşem, hem de ürkütücü bir gelişme. Kutup Eskimoları’nın, Miami Vice adlı Amerikan dizisini izlemesi gibi bir şey küreselleşme. İkinci bir unsur, geleneksel ve geniş aile yapısının, ekonomik kaygısını gidermek ve eğitim olanaklarından yararlanmak üzere kente göç etmesiyle aile kurumunda bir değişiklik meydana gelmesidir. Bunun sonucunda, çekirdek aile yapısı ortaya çıkmıştır. Bireysel kaygı ve kazanım peşinde olan insanın, kent yaşamı telaşında yerel alışkanlıkları kullanma gereği böylece ortadan kalkmıştır. Üçüncü unsur, yerleşim yerlerinin birbirinden uzaklaşmasıyla, geleneklerin uygulanmasına sekte vurulmuştur. Dördüncü sebep, yapılan ıslahat ve yenilik hareketleriyle, gelişime en çok direnç gösteren geleneksel yapıyı değiştirmesidir. Örneğin Türkiye’de olduğu gibi, Cumhuriyet’le getirilen sosyal ve ekonomik reformlar, geleneklerin yapısında da değişimi getirmiştir. Son olarak, kent yaşamındaki gençlerin, kültürlenme dolayısıyla geleneksel değerlerden uzaklaşmalarıyla, yaşayan gelenekler olan yaşlılara saygı ve ilgileri olmadığı için geleneklerin aktarımı mümkün olamamaktadır. Zaten Connerton’un dediği gibi, örneğin geleneklerin bir sembolü olan anma törenleri gibi diğer gelenekler de, uygulanma alanı bulmadan ve tekrarlanıp alışkanlık niteliği kazanmadan kendini idame ettiremeyecektir. Kent ortamının ekonomik, bireysel, kültürleşmeyle dolu ortamında geleneklerin uygulanıp, yaşatılması bu sebeplerle olanaksızdır.



Kimi etnik kimliklerin küreselleşme dolayısıyla kolayca tanıtılıp, yerel halka sağlayacağı kazanç kapısı hesaba katılırsa, geleneklerin kullanıcılar tarafından sahip çıkılacağını düşünmektedir. Dünya sistemiyle entegrasyon, ulusal olduğu kadar yerel toplulukların elitleri açısından da karşı durulması güç olan bir söylemdir. Küreselleşme karşısında koca dünya, bir köye mi dönüşecektir? Küresel sahnede görünebilir olmak adına yerel topluluklar, hem dış görüntüleriyle geleneksel özelliklerini ve etnik ayırt edicilerini (giysi, takı, yiyecek vb.) dünyaya pazarlayabilmek, hem de görünebilir bir kimlik inşası için geleneklere müracaat etmektedirler. Bu açıdan denilebilir ki, küreselleşme çağındaki gelenekler yitip gitmekte değildir. Yerel gelenekler, kapitalist küresel piyasa koşullarına uyarlanarak kendine alıcı aramaktadır.



Günümüzde kültürleri kimine göre dehtit eden, kimine göre de katkı sağlayan küreselleşme, XVI. yüzyıldaki sömürgeci keşiflerle kendini hissettirmiş, ardından yakın geçmişte emperyalizmle ülkelerin mahremlerini ajite etmiş ve en nihayetinde şu günlerde Çok Uluslu Şirketlerin (ÇUŞ’ler) baronluğunda kendine kapital sağlamak üzere, kapitalizmle birlikte kendisine bir yer edinmişti. ÇUŞ’ler, dünyayı tek bir pazar haline getirmek ve kendisine ucuz işçi kaynağı yaratmak üzere evvela Güney ülkelerini zapt etmiş durumdadır. 1982 yılında, ABD Başkanı Reagan tarafından ortaya konulan küreselleşme modeli olarak Demokrasi Projesi (Project Democracy) adlı uluslar ötesi uygulama, “çok kültürlülük” üzerine kurduğunu iddia ettiği felsefesini, “farklılıklar zenginliğimizdir” söylemiyle destekliyordu. Dünyanın tüm toplumlarına hürriyet, demokrasi ve insan haklarını hatırlatarak, bir zamanlar kendisinin desteklediği ama artık despot ilan ettiği yönetimlere kaşlarını çatan ABD, muhtemelen İsrailli Yahudi’nin arkasında durduğu gibi Müslüman Irak’lıyı da kucak açacaktı. Proje, öyle güçlü bir söylemle iddiasını ortaya koymuştu ki, ilkin buna Kızılderililer bile inanmış olabilir! Nitekim proje, Çekoslovakya hudutlarına IMF yardımıyla dayanmış, NED ile hürriyet-demokrasi-insan hakları zedelere vakıflar aracılığıyla maddi-manevi destekte bulunmuş, ÇUŞ’la üretimde kolları sıvamıştı. Ama Çekoslovakya’da işler bir türlü iyi gitmiyordu. Dönemin Çekoslovakya Devlet Başkanı Vaclav Havel “Bu küreselleşme işi iyi olmadı, bir yerlerde hata yaptım; ekonomistleri dinledim” serzenişi yaparken galiba biraz geç kalmıştı, çünkü çok geçmeden, Çekoslovakya’da iç savaş başladı ve ülke Çek ile Slovakya Cumhuriyeti olarak ikiye bölündü. Küreselleşme böyle bir şey miydi? Yani ülkelere yardım ve ticaret veya adalet adına girip böl, parçala, yönet politikası mıydı?

Küreselleşmenin Demokrasi Projesi’ne göre, dünyada bu şekilde ele alınması gereken 92 ülke daha vardı. Bunlardan biri de Türkiye’ydi. Ancak Türkiye’nin yegane önemi, Orta Doğu’da bulunan diğer İslam devletlerine model Müslüman ülke olarak, dünyanın bu yeni yapılanmasına destekçi olmaktı... Çünkü Türkiye, coğrafi bakımdan Batı ve Doğu ortasında bir köprüydü. Çünkü İslamiyet’e bağlı olan dört mezhep (Sünni, Şii, Alevi, Dürzi) içerisinde, en büyük çoğunluğa sahip olan Sünnilik, Türkiye’de de toplumun büyük kesimini oluşturmakta olup, nispeten modern bir şekilde uygulanmaktaydı Bu bölgede başarılı bir süreç geçirmek için Türkiye’nin aracılığına, iletkenliğine, ortaklığına, köprü görevi görmesine olan gereksinim yadsınamaz. Çünkü Orta Doğu’nun içerisinde bulunduğu kargaşa ortadadır. Müller, bu kargaşayı aşağıda özetlemiştir:

“…Filistin ve Mezopotamya arasındaki verimli topraklar üzerinde bulunan devletler, yasallık konusunda büyük problemler yaşıyorlar… Bunun nedeni, sömürge devletlerinin gelişigüzel çektiği sınırlar içinde kalan halkların heterojen yapısı… Farklı inanç sistemleri (Müslümanlık-Hıristiyanlık), mezhepler (Sünnilik, Şafilik) ve sekteler (Alevilik, Dürzilik) dar alanlarda birlikte yaşamak zorunda bırakılmışlardır. Azınlıklar devleti yönetiyor. Örneğin Alevilerin Suriye’yi, Saddam Hüseyin sülalesinin Irak’ı yönettiği gibi. Bu durum sürekli iç savaşların çıkmasına neden oluyor. Çevreyi oluşturan çoğunluğun, merkezi oluşturan azınlığa karşı açtığı milliyetçi iç savaşlar gibi…” (Müller, 2001: 157-158).



Ülkelerin iç sorunları küreselleşme dolayısıyla tüm devletleri etkilemekte ve ilgilendirmektedir. Bu sebeple ülkelerin kimlik inşası, siyasetten insan haklarına kadar geniş bir yelpazeyi kapsamaktadır. Öyle ki, ulus devletin kendi yerel topluluklarına anti-demokratik yaklaşımları iddialarıyla, yerel sorunlar küresel sorunlar olarak yükselmektedir. Verimli topraklar üzerinde bulunan devletlerin kendi toplumundaki farklı dil, din, ırk, gelenek, kültür mozaiğine tanıması gereken özgürlükler, yüksek sesle tartışılıyor ve yargılanıyor artık. Bu yargıların kimi gerçekten insanlık ayıbı işlendiği için haklı; kimi ise değil ve burada ulusal kimlikler, etnik gruplarca bölünme tehdidiyle yüz yüze. Elbette burada, etnik sesi savunan ve onu destekleyen ABD ve AB devletlerinin ulusçuluğa savaş açmalarının tutarlı olmaması, onların kendi ulusal çıkarlarını savunmalarından kaynaklanmaktadır. Çünkü küreselleşmede hukuk değil, güç haklıdır ve onun hukuku geçerlidir.

Özetlemek gerekirse; gelenekler ve ulusal kimlik, kültürleşme ve güçlü devletlerin çıkar politikalarıyla küreselleşmeye yenik düşmektedir. Kültürleşmeyle ortaya çıkan yeni kültürde, etnik gruplar küresel pazarda kendilerine bir ticarethane kapısı yaratabilirlerse, gelenekler kültürel gereksinim dolayısıyla seçilmek istendiği için değil, maddi kaygı sebebiyle seçilmek zorundu oldukları için yaşatılabilecektir. Ama nereye kadar, ne kadar sağlıklı bir şekilde ve ne kadar içten?

0 yorum:

Yorum Gönder