21 Nisan 2009 Salı

Şehidimiz Nurullah Ceren ( 8-Ağustos-1978)

Kahramanmaraş’ın Afşin kazasına bağlı Arıtaş kasabasından olup 19 yaşındaydı.

Afşin Lisesi öğrencisiydi. Olay günü, Arıtaş kasabasında ağabeği ile birlikte çarşıda gezerken bir grup komünist militanın saldırısına uğradıklarında feci bir şekilde dövülmek suretiyle ağır yaralandı.

Önce, Elbistan Devlet Hastahanesi’ne daha sonra Malatya’da bir başka hastahaneye kaldırıldıysa da kurtarılamayarak bir kaç gün sonra şehit düştü.

Cenazesi, memleketinde toprağa verildi.

**************

HABER SALIN AFŞIN’A BİR YİĞİDİ DEVRİLDİ...

Recep Küçükizsiz

Telefon yoktu kasabada. Babasıyla konuşmak için her zamanki gibi önce Santral’ı aradı. Haber bıraktı ki, babam yarın öğleden sonra benden telefon beklesin diye.

Almanya’da, kömür madeninde çalışıyordu Mehmet.

Dün düşünde, gene memlekete gitmiş, evlerinin önünden akan buz gibi pınarın başına oturmuştu. Her şey çok iyiydi de kafasına takılan bir şey vardı. Altı kardeşin tek bacısı olan Zeliha, pınarın başında ne demeye halay çekiyordu ola ki... Bu soruyu düşünde, Zeliha’ya da sormuştu ama o da cevap vermeden eliyle şöyle bir ileriyi işaret etmişti.

......

Nurullah, teneffüs saatinde dışarı çıkmadı, sınıfta oturdu. Kafası epey dalgındı. Okulda ayrı bir hava esiyordu son zamanlar. Hükumet değişti değişeli, Ecevit başa geçti geçeli bir karışıklık başlamıştı lisede. Sayıları önceden üçü beşi geçmeyen komünist talebeler pıtırak gibi çoğalmaya başlamışlardı.

Militan tipli yeni yeni öğretmenler geliyordu okula. Ufak tefek sürtüşme ve kavgalarla sürüp giden okul hayatı, hepsi de gencecik bu militan öğretmenler eliyle büyük olaylara hazırlanmak isteniyordu .

Ne zaman ve nerede okumuşlar da öğretmen olmuşlar anlayabilene aşk olsun..!

Zil sesiyle daldığı fikirlerden koptu Nurullah

Az sonra derse giren Ergün Hoca, büyük küçük herkesten saygı gören mükemmel bir Ülkücü öğretmendi. İlahiyat mezunu, geniş kültürlü derin bilgili ve insani ilişkileri en üst düzeyde gelişmiş gerçek bir halk önderiydi. Dersinden herkes memnundu. Üzmeden incitmeden Hakk’ı, hakikati öyle bir dile getirirdi ki, inanmayanlar bile itiraz etmezlerdi ona.

Dersten sonra kafasını kurcalayan konuları hocasıyla konuşmaya karar verdi Nurullah.

......

Çevre köylerin ve kasabanın bütün telefon görüşmeleri Santral’daki bu telefonla yapılırdı. Özellikle yurtdışında yakını olan aileler telefon geleceği zaman traktöre doluşup Santral’ın önünde beklemeye başlarlardı. Kimi zaman aksilikler olurdu. Önceden haber edildiği halde sabahtan gece yarısına kadar beklerdiler de bir alo diyemeden gün ışırken boyunlar bükük, yürekleri buruk bir şekilde evlerine geri dönerlerdi.

Yaşlı baba, telefon görüşmesi yapmaya gidenlerden haberi alınca hiç kimseye haber vermedi. Ertesi gün, saatin kaç olduğuna da bakmadı. Doğruca Santral’a yollandı.

Telefon ahizesinden gelen ses sanki aradaki uzaklığı hissettirircesine derinden bir uğultu ile yankılanıyordu. Yarı anlaşılır yarı anlaşılmaz seslerden çıkan tek haber:

-Baba, işyerinden izin vermiyorlar belki önümüzdeki ayın sonuna gelebileceğim. Eğer olmazsa seneye kaldım demektir...

......

Nurullah, Ergün Hoca’ya:

-Hocam, Ülkücü’nün sorumlulukları nelerdir...?

Lafını öteye beriye dolandırmadan dosdoğruca sormuştu, aynı içinden geldiği gibi.
Talebesini iyi tanıyan Ergün Hoca, duraksmadan ama seçmeye özen gösterdiği kelimelerle tane tane cevap vermeye başladı:

-Ülkücü, Allah’a iyi bir kul olmakla sorumludur.
-Ülkücü, Hz. Peygamberin sünnetine uymakla sorumludur.
-Ülkücü, İslam aleminin iyiliğini istemek ve hizmet etmekle sorumludur.
-Ülkücü, milletini tanımak, sevmek ve bilmekle sorumludur.
-Ülkücü, vatanını korumak ve abad etmekle sorumludur.
-Ülkücü, devletinin yücelmesi ve yükselmesinden sorumludur.
-Ülkücü, ailesinden, akrabasından sorumludur.
-Ülkücü, arkadaşlarından sorumludur.
-Ülkücü, derslerinden sorumludur.

......

Hafta sonu, Arıtaş’ta bir kahvehanede otururken karşılaştığı akrabalarından bir büyüğü işmar edip kenara çekmiş ve hararetle Emin’in kulağına bir şeyler fısıldamıştı. Emin’in de eve vardığında ilk işi, Nurullah’ı karşısına almak oldu:

-Kavga etmişsin gardaş..? Kazadaki benzincide birilerini dövüşmüşsünüz!?

Bir müddet sessiz duran, ama bu arada yüzü giderek allaşan, alnından tomur tomur terler fışkırmayan başlayan aslan heybetli bu genç, ağabeğinin imalı sorusuna hırslanarak cevap verdi:

-Bre ağam, inan çok zoruma gidiyor. Benim ailemden, benim sülalemden nasıl olur da dinsiz, Allahsız komünist çıkar. Utanıyorum valla...

......

Sabah ezanı çıkmışlardı evden. Kasabanın hemen çıkışında bulunan tarlaları her yıl olduğu gibi bu yıl da ekin ile doluydu. Yanında babası ve ağabeği vardı. Sabahın serinliğinde bir gayret işe giriştiler, öğleye kadar soluk almadan tırpan salladılar. Öğleyin babaları eve dönerken iki kardeş de, analarının sabahtan ellerine tutuşturduğu azık çıkınını açmış, hem yiyor hem de konuşuyorlardı. Emin sordu:

-Dün bizim öğretmeni kıstırıp biraz hırpalamışlar, geçenlerde gene Ülkücü bir çocuğu dövmüşlerdi. Afşın’daki kavgalar buralara da sıçradı. Ne olacak bunun sonu gardaş...?

-Ne olacak ağam, bir birimize sahip çıkmalıyız, birimize bir şey olursa diğerlerimiz de dikilmeliyiz. Kim bana ne derse, sıra kendine geldiğinde, herkes de ona bana ne der. Bu işi sıkı tutmalıyız. Bu iş nasıl başlarsa öyle gider, örnek olmalıyız. Komünistlere fırsat vermemeliyiz. Meydanı boş bırakmamalıyız, diyordu Nurullah.

......

Mehmet, en küçük kardeşleri olan Nurullah için o gün çarşıya indiğinde büyük bir valiz aldı. Kardeşine götüreceği eşyaları dolduracaktı. Eve elindeki boş valizi sallaya sallaya keyifle döndü. İzine gitmesine nasıl olsa daha bir ay zaman vardı.

-Bu gittiğimde babamla konuşmalıyım, söz mü keser artık nişan mı yapar bilmem ama kardeşimin mürüvvetini görmek zamanı geldi, diye düşünüyordü.

Gitti geldi bir şeyler aldı. Kardeşine çeyiz düzüyordu aklı sıra. Koca valizi ağzı beraber eşyayla doldurdu.

......

İki kardeş tarladaki işlerini kolaylamış ikindi vakti evlerine dönüyorlardı. Güneşin alevi, değdiği yeri kavuruyordu hala. Yorgun adımlarla uzadıkça uzayordu yol. Ama evlerinin önündeki buz gibi akan pınarın hayali onları gayretlendiriyordu. Yolda bir tanıdıkla karşılaştılar, öteden söve söylene geliyordu:

-Bu dinsiz imansızların azgınlığı bitmeyecek...!

-Hayırdır ne oldu..?!

-Ne olsun, bu sabah bizim çocuklardan birini dövmüşler gene..!!!

-Deme yaa...

İki kardeş tepelerindeki güneş kadar kızgın bir vaziyette eve vardılar. Nurullah, doğruca pınarın başına gitti. Buz gibi suyla elini yüzünü yıkadı. Eliyle saçlarını ve boynunu ıslattı. İçeriden anasının sesi geliyordu:

-Oğlum, sofrayı seriyorum, haydi içeri gelin...

......

İçeri girdi. Anasına:

-Bir dolanıp gelelim,sen o zamana kadar ancak hazırlarsın sofrayı, dedi

Yüklükte, yorganların arasında sokulu duran çakar almaz’ını gezmeye çıkarken üstüne almayı alışkanlık haline getirmişti. Doğruca yüklüğe gitti. Tabancayı alıp beline soktu.

Sabırsızlanan ağabeyi evin biraz ötesinde onu bekliyordu. “Yürü” der gibi eliyle belli belirsiz bir işaret etti. Eğlenmeden ağabeğinin peşi sıra seyirtti. Çarşıya doğru yürümeye başladılar. Caddeye çıktıklarında kimsecikler yoktu ortalıkta. Ülkü Ocakları’nın önünden geçtiler.

-Bir dolanıp gelelim sonra uğrarız, dedi ağabeği

İlerideki köşe başına yaklaştıklarında 6 kişi çıktı önlerine, aldırmadı yürümeye devam etti. Aralarından geçmeleri için yol açan komünistlerden birinin elini beline attığını görür görmez Nurullah tabancasına davrandı. Karşısındaki hala silahını çıkarmaya çalışıyordu. Asıldı tetiğe... Horozun düşmesiyle birlikte kör bir metalik çıt sesi duyuldu. Mekanizmayı kavradı tekrar diğer eliyle. Patlamayan merminin yerine bir diğerini sürecekti ki, az önce hayret dolu bakışlarla donup kalan 6 keferenin korku tünelinden kurtulmaları geç olmadı.

......

Köşebaşındaki kanlı kavga şimşek kadar hızlı başladı. Nurullah’ın elindeki çakar almaz bir tarafa savrulmuştu. Gırtlak gırtlağa bir dalaşma vardı şimdi: Gerilmiş sinirler, kin ve öfkeyle inen yumruklar, hınçla soluyarak savrulan tekmeler...

Delikanlının kavgası mertçe olur. Ağız kanar, dudak patlar, göz morarır da gık diyen olmaz. Kahpeliğe yer yoktur o kavgada; yerden taş alıp vurulmaz, ısırılmaz, yere düşene dokunulmaz... Hele ki, bir kişinin üstüne 3 kişi varmaz. Varırsa bu kavga mert döğüşü olmakan çıkar buna itlik denir.

Nurullah ile Emin o gün işte böyle bir itliğe uğradılar. Üzerilerine 6 komünist it hücum etti.

......

Kıyasıya vuruşan iki kardeş, takatlerinin sonuna gelmişlerdi. Bir ara iyi bir savruldu Nurulllah, düştüğü yerden kalkmasına fırsat vermeden başına çöktü dört kişi. Sivri burunlu ayakkabılarla takviyeli tekmeler art arda iniyordu rastgele bir yerlerine. Yerden kalkmaya çalıştıkça yediği tekmeler dengesini bozuyor, geri yere düşüyordu. Kalkmasına meydan vermeyeceklerini anlayınca yüzükoyun yere kapaklandı. Birisi sırtına oturdu bu arada. Kafasını kolları arasına alıp korumaya çalıştı Nurullah. Sonu gelmeyen acımaz tekmeler böğürlerini deliyordu sanki. Geçmek bilmeyen dakikalar boyunca kıvrandı durdu. Bir ara kendinden geçti.

-Gardaşım kalk, kaçtı bu şerefsizler... diyen Emin ağabeğinin sesini duymamıştı bile.

Emin, kardeşinin kalkmasına yardım etmek eğildiğinde, Nurullah’ın iyice sersemlemiş olduğunu gördü. Kolundan çekerek ayağa kaldırdı, omuzuyla destek vermek istiyordu. Kendine gelen Nurulllah acıyla dizlerini karnına doğru çekti.

-Kardaşım, bir şeyin yok ya..?

-Çok kötü vurdular, belim kopuyor sanki ağam, böğrüm delindi valla, dedi Nurullah.

Az sonra Emin’in yardımıyla pek uzakta olmayan evlerine vardılar.

......

Evin önündeki pınarda iki kardeş elini yüzünü yıkarken oğullarının dövüldüğünü öğrenen anaları peş peşe beddualar yağdırıyordu.

Nurullah, iki büklüm vaziyette pınarın başındaydı. Ağabeyi ise hazır bekleyen sofraya oturmuştu bile. Anası pınarın başına vardı.

-Oğlum, kalk da sofraya gel..

-Ana siz yiyin, ben biraz kötü oldum. Sonra gelir, dedi Nurullah.

Anası, yanına ilişip sağını solunu incelemeye başladı.

-Türemeyesiceler, nerene vurdular oğlum.?

-Ana başım zonkluyor bir sanki böğrüm delindi, karnım sancıyor...

Anası, az sonra Nurullah’ı eve alıp yatırırken, Emin’i de bir araba bulması için tekrar çarşıya saldı. Oğlunun halini hiç iyi görmüyordu. Afşın’a doktora gönderecekti.

Emin, geç vakit eve döndü. Afşın’a gidecek bir araba bulamamıştı. Anası bu duruma çok kızdı. Kalkıp kendisi çıktı dışarı. Almanya’dan minübüsle izine gelmiş bir tanıdığa gitti, rica etti. Adam az sonra minübüsüyle evin kapısına gelerek Nurullah’ı aldı.

-Doktor Nedim’e varın bakıtın, diye tembihliyordu, anası.

......

Minübüs, bir zaman sonra camları kırılmış olarak evin önüne geri geldi. Nurullah’ın ağır yaralı olduğunu ve Afşın’a götürüleceğini öğrenen komünistler, Arıtaş’ın çıkışında Körpınar denilen yerde toplanarak yolu kapatmışlar, taş atıp, silah sıkarak minübüsü yoldan geçirmemişlerdi.

Hemen hısım akrabaya, tanıdıklara haber verildi. Herkes haberli kılındıktan sonra gece geç vakit ancak Afşın’a yetiştirilebildi Nurullah.

Doktor Nedim, gece vakti gelen bu yaralıyı tanıyordu. Hiç bekletmeden muayenesi yaptı. Bir kaç da soru sorduktan sonra, durumunu iyi bulmadığı Nurullah’a ağrı kesici bir iğne yaptı.

-Acilen Elbistan Devlet Hastahanesi’ne gitmemiz lazım, haydi durmayalım, dedi.

......

Afşın’dan yanlarına katılan Ülkücü arkadaşlarıyla beraber Elbistan’a yola çıktılar. Yeni yeni şafak söküyordu. Doğruca vardıkları hastahanede bir hemşire ile bir kaç hastabakıcıdan başka kimseyi bulamadılar. Mecburen beklediler. Sabah oldu, doktorlar geldi.

Başhekim, bölgenin tanınmış solcularından biriydi. Nurullah’ı başından savmak için türlü bahaneler çıkardı. Doktor Nedim ise Nurullah’ın durumunu bildiği için endişe içinde kıvranıyordu. Yapılan muameleye dayanamadı. Arkadaşlarına:

-Nurullah’ın burada hiç bekletmeyin, hemen alın Malatya’ya götürün, diyerek bir kağıda gidecekleri doktorun adını ve adresini yazarak verdi.

......

Malatya asfaltında hızla ilerliyorlardı. Pek ırak olmayan yollar, uzadıkça uzuyordu. Akçadağ’ı daha yeni geçmişlerdi. Kara yılan gibi kıvrıla kıvrıla uzayan yollara bakıp sanki olacakları önceden bilen bir ermiş edasıyla konuşmaya başladı.

-Ne oldu, anlatmıyorsunuz...Doktor ne dedi, söylemiyorsunuz !? ama eğer bu yoldan sağ sağlim geri dönmek nasip olmazsa eğer........

-Allah aşkına öyle laflar etme gardaşım, Allah’ın izni ile güle oynaya döneceğiz ve o piçlerin de hakkından teker teker geleceğiz , demişti, yanındaki.

-Sizden tek isteğim var, asla bu davadan vazgeçmeyeceğimize dair söz verelim, Allah da şahidimiz olsun ...

-Söz gardaşım söz, demişlerdi hep bir ağızdan..

......

Yanaklarından kan damlayacak kadar gürbüz olan Nurullah iki günde mum gibi erimiş, gözleri çukurlarında kaybolmuş, teni ayva sarısına dönmüştü. Kavgadan sonra ağzına bir lokma ekmek girmediği gibi bir damla uyku da uyumamıştı.

Yolun kenarında bekleyen adamlara ellerindeki kağıda alel acele yazılmış adresi sordular.
Bir kaç dolanmadan sonra tavsiye edilen doktora ulaştılar. Doktor hemen bir muyene etti. Nurullah’ın göz kapağını ters çevirip baktığında kendince teşhisini koymuş, kararını da vermişti.
-Bu vakte kadar nerede kaldınız, hayati tehike var, dedi ve hiç beklemeden hastahaneye gitmelerini söyledi.

Kendisi de telefona sarılıp acil bir vaka için ameliyahaneyi hazırlamalarını bildirdi. Saatler değil dakikalarla sınırlı bir hayatla karşı karşıyaydı.

......

Hastahaneye varmaları fazla zaman almamıştı. Malatya Ülkü Ocağı’ndan gelen arkadaşları önlerine düşmüş yolu göstermişlerdi. Hemen gereken kayıt işlemi yapılıp evraklar tamamlandı.

Nurullah acılarını hissetmez olmuştu. İki büklüm vaziyette, yere yığılmış haldeydi. Sesi çıkmadığı gibi soluğu da belirsizleşmişti. Hemşireler bir taraftan kan örnekleri alıyor, bir taraftan da ameliyathane hazırlanıyordu.

Laboratuvardan neticeler gelir gelmez doktor, Nurullah’ın başına koştu. Hemen narkoz vermeye başladı. İçinden “geç kalmamışızdır inşaallah” diye dualar ediyordu.

Biraz sonra kendinden geçen Nurullah ameliyathaneye götürüldü.

......
Saatler ilerledikçe ameliyathanenin kapısındaki kalabalık da gittikçe büyüyordu. Belki, kan ihtiyacı olur diye Malatya’daki Ülkücüler seferber olmuşlar, hastahaneye doluşmuşlardı. Çoğu tanımıyordu bile içeride yatan aslanı. Herkes merakla biri birine soruyordu. Kırık dökük bilgiler kulaktan kulağa yayılmaya başlamıştı...

-Vurulan kim..?

-Vurulmamış, öldüresiye dövmüşler..

-Afşın taraflarından Küçük Moskova diye nam salmış bir kasabadanmış...

-Elbistan Hastahanesi Ülkücü diye kabul etmemiş...

-Doktor, çok geç kalınmış ama Allah’tan ümit kesilmez diyormuş...

Uğultulu koridorda biri seslice:

-Arkadaşlar, hepimiz kardeşimiz için dua edelim diye ikaz edince, duvar diplerinde bekleşen gençlerin sesi kesildi, başlar öne eğildi. Koridorda artık ses duyulmuyordu.

Uzun bir bekleyişten sonra ameliyathaneden çıkan doktor, meraklı bakışlara aldırmadan doğruca odasına gitti. Peşi sıra gelen Ocak başkanı da odaya girdi.

-Çok üzgünüm, diye söze başladı doktor. Elimden gelen her şeyi yaptım. Fakat, bundan sonrası Allah’ın lütfu ve inayetine kalmış...

-Bunu nasıl anlayacağız, doktor..?

-Şimdi ameliyathanede bekleteceğim, belki ikinci bir operasyona ihtiyaç duyabiliriz.

.......

Ameliyathane koridorunda bekleyenler gençlerde gerilim artmış, bitmek bilmeyen dakikaların azabı herkesi kavruyordu. Sıcaktan kuruyan ağızlarda dua için kıpırdayan diller zorlanıyordu. Göğüsler iyice daralmış, iç çekmeye bile müsade etmeyen bir sıkıntısı sarmıştı bedenleri.

Birden, telaşlı koşuşmalar oldu, içerideki hemşirelerden biri süratle dışarı çıkıp doktorun odasına yöneldi. Biraz sonra peş peşe girildikleri ameliyathaneden çıkan doktorun eğik başı, çaresizlikten önüne düşmüş kolları akıbeti haber veriyordu.

Dişlerini sıkmış birinin, geniz yakan sözleri doldurdu koridoru boydan boya:

-Haber Salın Afşın’a, Bir Yiğidi Devrildi...


Göz yaşlarını tutamayanlar, duvarları yumruklayanlar, “bunun hesabı sorulmalı” diyerek kinle haykıranlar...

......

Kasabada dehşetli bir telaş yaşanıyordu o gün. Nurullah’ın şehadet haberi, suya düşen taşın oluşturduğu haleler gibi dalga dalga yayılıyordu bütün Afşın ovasına. Önce Afşın çalkalandı, ardından Arıtaş...durulmak bilmez bir çalkantı ile sarsılıyordu dört bir yan.

Kimileri sessizce kayboluyordu ortalıktan, yılanlar çıyanlar gibi sürünerek imi timi bellisiz bir şekilde...

Yüzleri güneşten kavrulmuş ağızı dualı insanların ise kara haberle birlikte kan çıkan yüzleri korkunç şekiller oluşturmuştu. Öfke ayağa kalmış, dağları sarmıştı bile... Hınçla sıkılan yumruklar birer balyoz olmuştu.

Cenazeyi getiren Malatyalı Ülkücüler, ağlamaktan kan bürümüş gözleri, geldikleri bu diyarın güzelliğine, cennet kadar güzel bu diyarda nasıl olup da şehit verildiğine şaşkınlıkla bakıyorlardı.
Caddeler bir anda bir uçtan bir uca doldu...Duyan geldi, gören katıldı... Otobüslerin peşine, taksiler, kamyonlar, traktörler takıldı...

......

Asker, asker, asker... Dağ taş asker kaynıyordu, olağanüstü tertibat alınmıştı Arıtaş’ta...
An be an yaşanan dehşet dolu saatler başlamıştı.
Yer yarılmış da yerin dibine girmişti it encikleri...
Bir taraftan içinde kimse bulunamayan solcu dernekler tahrip edilirken diğer tarafta komünistlere yuvalık eden belediye binası askere rağmen taş yağmuruna tutuluyordu.
Gökler tekbir nidaları ile inlerken mezarlığa doğru ilerledi cenaze alayı...

......

Mehmet, o gün çalışmıyordu. Yakın bir şehirde bulunan hemşehrilerin yanına gitmek için hazırlanmaya başladı. Posta kutusuna baktı. Bir kaç el ilanı dışında bir şey yoktu. Memlekete izine gittiğinde Afşın Postası isimli mahalli bir gazeteye abone olmuştu. Gurbet elde haftada bir de olsa posta kutusuna giren, posta güvercini kadar küçük ama değerli, kısa fakat önemli bilgiler taşıyan gazete bir iki haftadır gelmiyordu.

Lokal benzeri kahvehaneye varıp arkadaşları ile buluştu Mehmet. O gece geri dönerken yolda aklına Afşın Postası’nı orada da göremediği geldi. “Niye sormadım ki...” dedi, kendi kendine.

......

Mehmet, tam bir sene sonra koca valizi yüklenip geldi memlekete.
İhtiyar babası, bir de kardeşi Emin karşıladı onu. Eve girer girmez anasının ellerine sarıldı Mehmet. Öpmeye koymadı anası, göz yaşları ile kucakladı oğlunu. Bir müddet kopamadılar. İkisi de ağlıyordu.

Sofra hazırlanırken baba ve iki oğul baş odada sohbet etmeye çalışıyorlardı. Mehmet’i görmeye gelen akrabadan kadınlar kızlar ise yan odada sessizce oturuyorlardı. Babasıyla bir iki laf ettiler. Mehmet, ne olduğunu anlamadığı bir huzursuzluk hissetti.

-Nurullah gardaşım nerede baba? diye sordu.

-Dayıyın oğlu gelmişti onunla beraber gittiler, dedi babası.

Sebebini bilmediği durgunluk iyice arttı. Yüzler donuklaşmıştı. Sağır bir sessizlik sardı odayı. Biraz da gönüllenerek tekrar sordu:

-Gardaşım, bilmez mi geleceğimi baba, gözetmez mi beni ?

İşte o an evin sessizliği birden yan odada oturan kadınların hıçkırıkları ile bozuldu.

-Gardaşııım......

Zeliha, hıçkırıklara boğulmuş vaziyette haykırıyordu. Koşarak geldi, Mehmet’in boynuna sarıldı.

-Nurullah’ımız yok artık ağam, onu komünistler öldürdü.

......

Canı gibi sevdiği iki öğrencisini vurmuştu kızıl komünistler. O bunu hiç ama hiç unutmadı ... Hatırına düştüklerinde dudaklarından Fatihalar dökülürken, bu acıklı sonda kendinin de payı olduğunu düşünür gözlerinden yaşlar süzülürdü. Bilhassa mübarek gecelerde yatsı namazından sonra seccadeden kalkmadan gönül diliyle onlarla sohbet ederdi. Ahdetmişti, onların aziz hatırasını yaşatacak bir şeyler yapacaktı.... İçince bir ukde olarak yıllarca sakladı bunu.

Ve Allah nasip etti ve bir gün bütün engelleri aşıp Afşın’a belediye başkanı olmayı başardı... Gönlünün derinliklerinden gelen bir ses devamlı onu uyarıyordu: şehitlerin hatıralarını ebediyen yaşatacak bir eser.!

......

Bir gün ilçede küçük bir inşaat başladı...
İlçe meydanında görünen bir köşeye ŞEHİTLER ÇEŞMESİ yapılıyordu. Fazla uzun sürmedi, tez bitirdiler inşaatı. Hemen su bağlandı gürül gürül akan. Çeşmenim iki yanına da iki şehidin adı yazıldı. Bir süre sonra Fatihalarla halkın kullanımına açıldı çeşme. Reis Bey karşısına geçtiği çeşmeden büklüm büklüm akan suları seyrederken, şehitlerin ruhlarının da huzur bulduğunu gözleriyle gördü o gün..

0 yorum:

Yorum Gönder