20 Nisan 2009 Pazartesi

“İDEA-LOGOS” (Gökçen Çatlı)

Bilimsel verilerin son güncellemesine göre, Büyük Patlamayla doğan Dünya, bugün 15 milyar yaşındadır ve 4 milyar yıl önce başlayan canlı serüveni, 50 milyar canlı türüyle bir çeşitlenme göstermektedir. Bu canlıların 6 milyarını oluşturan insan, onca kalabalığın içinde, galip gelen bir medeniyet kurmayı başarmış olsa da, kendi türüyle olan çıkar zıtlaşması, onun hayatını “yengi-yenilgi” üzerine kurmuştur. Yani herkesin herkese karşı olduğu Dünyada, ünlü bir Arap atasözü durumu özetlemektedir: Kardeşime karşı ben, yeğenimize karşı kardeşim ve ben, yabancıya karşı yeğenim kardeşim ve ben. Ancak insanın insana olan karşıtlığının sebebi, yabancı korkusu olan zenofobiyle yani öteki kavramıyla açıklamak doğru ve yeterli değildir. Çünkü esasında, ötekini ezerek hayatta kalmanın altında “ideoloji sorunu” yatmaktadır. İdeolojiyi de, ekonomik çıkarlar ve üstün olma isteği şekillendirmektedir.

İdeoloji kıskacında bugün dünyada, 60 bin nükleer silah bulunmaktadır. Ülkelerin yurtseverlik veya ulusal güvenlik bahanesiyle, birbirlerini yok etmek için ideolojilere sığınmaları “utanç tarihini” yaratmıştır. Örneğin ABD, 1946-1989 yılları arasında Sovyetler Birliği ile çekişmesi dolayısıyla 10 trilyon dolar (doların 1989 yılındaki değeriyle) harcamıştır. Oysa ülkeler, ulusal sermayelerini savunmaya harcamak yerine, bunun küçük bir bölümünü açlığa, evsizliğe, bulaşıcı hastalıklara, cehalete, yoksulluğa ve çevrenin korunması için fon oluşturabilselerdi, bugün bu sorunlar olmayabilirdi.

Ülkelerin çekişmesinde kazanan tarafın (!) zafer elde etmediğine inanmaktayım. Çünkü küreselleşme dolayısıyla adeta dünya köyüne benzeyen yaşam alanlarımızda, hiçbir şey bağımsız değildir ve her şey birbirine bağlıdır. Bu sebeple birinin mağlubiyeti, suya atılan taşın oluşturduğu su halkaları gibi çevreye yayılmaktadır.

Abraham Lincoln’un “Kimseye garez duymadan, herkese merhametle…” cümlesindeki felsefeyi beğenirim. Çünkü bilirim ki, işbirliği yapan canlılar, evrim sürecinden başarıyla çıkmıştır. Ancak işbirliği yapmayan ve ortaklaşa hareket etmeyen organizmalar, yok olmuştur.

Biz insanlar, dünyada sadece 4 milyon yıldır varız ve teknik uygarlığımız henüz birkaç yüz yaşında. Kapalı ekolojik sistemimizi kavrayacak kadar bilmiyoruz/anlamıyoruz. Hayret verici boyutlara ulaşan teknolojiyi, ne zihinsel ne de duygusal olarak kaldıramaya hazır olmayan insan, teknolojinin büyük bir güç olduğunu ve onunla baş etmenin büyük sorumluluklar gerektiğini unutabilmektedir. Aslında teknolojiyle birlikte çok değiştik. Ancak bunun gelişmek manasına gelmediğini artık biliyoruz. On sekizinci yüzyılda Avrupa’dan Çin’e yelkenli gemiyle iki yılda gidiliyorken, teknolojinin icatları dolayısıyla bugün ışık hızıyla haberleşebiliyoruz. Öte yandan sanayi tesislerinin yol açtığı asit yağmurları, oksijen temin edilen ormanları tahrip etmektedir. Bu da en nihayetinde, tüm canlı alemini (hayvan familyası ve bitkileri de) etkilemektedir. Çünkü yaşamımız iç içe geçmiş durumdadır. Söylendiği üzere, birinin zararı diğerinin de felaketidir.

Örneğin hayatımızı kolaylaştıran buzdolabı, klima, araç vs. gibi teknolojik buluşlar, CFC denilen zararlı bir maddeyle çalışabilmektedir. Ancak 1974’de, Rowland ve Molina adındaki bilim adamları CFC’nin ozon tabakasını tehdit ettiğini ilan etmişlerdi. Bu şu manaya gelmekteydi: Ozon, Güneş’ten gelen morötesi ışınlara karşı kalkandı. Ozon tabakasının tahrip edilmesiyle, Dünyanın yüzeyine gelen UV ışınları gezegenimizdeki yaşam örgüsünü tehdit etmekteydi. Ancak stratosfere her yıl bir milyon ton kadar dağılan CFC’lerin patentine sahip olan DuPont şirketi, yılda 600 milyon dolar tutarında CFC pazarladığı için bu bilimsel alarma karşı, direnç göstermişlerdi. Neyse ki 1987 yılında uluslar arası platforma birçok devletçe imzalanan Montreal Protokolü’yle CFC üretimine sınırlama getirilmesi kararlaştırılmıştı. Ne var ki CFC üretimine tümüyle son verilse bile, atmosferin kendini temizlemesi 100 yıl sürecekti. Çözüm, CFC’lerin yerine geçecek, bize ve çevreye zarar vermeyen ve daha ucuz bir maddenin bulunmasıydı. DuPont şirketinin, HCFC’yi icat etmesi tümüyle çözüm olmasa da, Montreal Protokolü ardından alınan önlemler dolayısıyla, stratosferdeki klor düzeylerinin düşmeye başlaması sevindirici bir gelişmeydi.

Çağdaş Dünyamız, ideolojik sorunların kıskacında çözümler aramaktadır. Bu sebeple, dünyanın kimi sorunlarını deşifre etmiş ve bunları az da özümsemiş olan her birey, bu sorunların kalbine inecek bir çözüm arayışındadır. Çünkü sorunu çözmek, şifre çözücü özelliğiyle, panzehir gibi sorunların maskesini düşürmektedir.

Bugün, dünya sorunlarının altında ideoloji (idea-logos: düşünceler bilgisi/bilimi) meselesi yatmaktadır. Yani bir düşünce tek başına ideolojik olmasa da, birbirinden farklı düşüncelerin birbirine olan karşıtlığı, ideolojik mesele olarak ortaya çıkabilmektedir. Oysa bu farklı dünya görüşlerinin meydana getirdiği zıtlaşma sadece “yapay sorunlardır.” Bu sebeple marifet, ideolojiler üstünde ve üzerinde bir yöntem geliştirebilmektir. O da ortak akıldır. Ortaklaşa hareket etmektir. Ne kadar güç olsa da… Ne kadar ideolojik insan üstü bir erdem olsa da…

Ortak akıl ve birlikte hareket etmek için “anlamak” şarttır. Anlayabilmek için sorunun tüm açılardan röntgenini çekebilecek bilgiye sahip olmak gerekir. Bu da deneysel yaklaşımla oluşur. Deneysel yaklaşım, derinlemesine gözlem, sorgulama yetisi, kuşku duyma özgürlüğü ve olabildiğince objektif bir değerlendirmeden ibarettir. Çünkü bizleri hataya sevk eden kıstası ideoloji olarak deşifre edersek ve bunun kesin inançla oluştuğunu/oluşturulduğunu bilirsek, ona zihnini kaptırmış olanların bir olayı anlamadan, sorgulamadan ve kuşku duymadan, sübjektif argümanlarla yanlış düşünceye sahip olup, bütüne zarar vereceğini bilmiş oluruz.

Ancak teşhisin doğruluğu, tedavinin yapıldığı manasına gelmemektedir. Deneysel alarmları tespit etmek ve çözümü saptamak kadar, bu hususta harekete geçmek “zaman, enerji, para ve cesaret” gerektirir.

Ülkeler ve yöneticilerin, bu erdemler doğrultusunda hareket etmemelerinin bir başka sebebi de görmezlikten gelme eğilimidir. İnsan, baş edemeyeceğini düşündüğü zorlu kuvvetlerle karşılaşınca, doğal eğilimi bunu reddetmek, göz ardı etmek veya yanlış beyanatlarla tehlikeyi hafifletmeye çalışır. Böylece zaman, enerji ve para harcanmayacak, cesarete lüzum kalmayacaktır. Bu sebeple ülke meclislerinde (parlamento), en azından birkaç bilim adamının bulunması gerekliliğine inanmaktayım. Böylece siyasi-ekonomik-sosyal-sağlık alanındaki bilimsel teşhisler, farklı eğitim düzeyindeki siyasetçilerin kaderine değil, entelektüel aydın bilgi adamlarının tasarrufuna bırakılabilecek ve sorunlara maske takmak yerine onun tedavisine yönelmiş olunacaktır.

28 Mayıs 2008

0 yorum:

Yorum Gönder