20 Nisan 2009 Pazartesi

SELÇUKLU DEVLETİ, OSMANLI İMPARATORLUĞU VE TÜRKİYE CUMHURİYETİNDE ALEVİLER (Gökçen Çatlı)

Ben Türk milletinin bir zenginliği olan Alevilerle çok vakit geçirdim ve her daim dostluk görüp-dost oldum. Çünkü BİZ demek, sadece atalarımızın ve geleneklerimizin ortak olması bakımından değil; BİZ gerçekten BİZ olduğumuz için araya nifak sokanlara inat, Yüce Türk Milleti olarak, Sünnisiyle-Alevisiyle, büyük ailemizi oluşturmaktayız.

Bu yazıyı çok sevdiğim Alevi arkadaşım Yazbahar’a dostane muhabbetlerimle kaleme aldım…



Alevilerin, Türk Devletleri içerisindeki konumlarını anlayabilmek için bütüncül bir yaklaşım izlenmesi gerekmektedir. Türk Devletlerinin Alevi zümreyle ilişkileri Sünniliğin kabul edilmesiyle, eski geleneklere bağlı kalan Alevi Türklerin, yeni toplumsal yaşayışa ayak uydurmak istememeleri çerçevesinde çığ gibi büyüyen bir meseledir. Bu sebeple, bütüncül bir bakış açısıyla konuya odaklanmak gereklidir diye vurgulanmaktadır.

Selçuklulardan Osmanlı’ya intikal eden çevre-merkez modeli olan devlet felsefesi, Türk tarihindeki toplumsal sorunların kaynağını teşkil etmektedir. Merkezi Oğuz boyu ve Sünni olarak gören ve kendisini oraya yerleştiren Selçuklu ve Osmanlı, çevreyi yani daha çok kırsalda veya dağda yaşayanları, Türkmen kabul etmiş ve Şia dinine dahil etmişti.

Selçuklu Devleti zamanında Aleviler, başlangıçta göçebe bir yaşayış benimsedikten sonra, köylere yerleşerek tarım hayatına geçmişlerse de İslamlaşma süreçlerini diğer Sünni kesim gibi yaşayamamış, tamamlayamamış ve farklı bir İslami yorum benimseyerek, merkez görüşten dışlanmışlardır. Bu sebeple, Selçuklu idaresindeki Türkmenlerin istenmeyen vatandaş gibi muamele gördükleri tarihi bir gerçektir. Selçuklu idaresindeki Türkmenlerin devletle olan kötü diyalogları sadece din/gelenek eksenli değil, aynı zamanda yerleşim alanı dolayısıyla da gerginleşebiliyordu. Öyle ki, XIII. yüzyılda Anadolu topraklarının Türkmenler tarafından yurt edinmesine karşın, bu arazinin kalabalık nüfus için yetersiz olması dolayısıyla bölgede bir hengame yaşanıyor, bu da devlet yönetimini zora sokuyordu. Yazın başka, kışın başka arazide geçimini arayan ve kendini iklim şartlarından korumaya çalışan Türkmenler, bu mevsimlik taşınmalar sırasında Selçuklu Devletinin baskısıyla karşı karşıya geliyordu. Ayrıca devletin onları ağır vergiye tabi tutması da, Türkmenlerin merkez yönetime karşı olumsuz düşünceler beslemesini tetikliyordu. Bu gibi sebeplerle 1240 yılındaki Babailer İsyanı’nın neden gerçekleştiği daha iyi anlaşılacaktır. Türkler, İslamiyet’i kabul etmeden evvel değişik inanç ve geleneklere tabi olmuş ve X. yüzyılda İslamiyet’i kabul etmişlerdi. İslamiyet’i seçerek iman etmiş Türklerle, Müslüman olmayanları birbirinden ayırt etmek için kullanılmaya başlayan Türkmen kelimesi XIII. yüzyılda kullanımı yaygınlaşmış ve Oğuz kelimesinin yerini almıştır. Türkmen ile Türk arasındaki fark, birincisinin konar-göçer oluşu ve İslamiyet’i benimsemesi, diğerinin yerleşik oluşu veya az bir kitleye yönelik söylense de İslamiyet’i benimsememeleri üzerine söylenen ayırt edici bir söylemdir. Türk boylarının İslamiyet’i kabul etmeden önce de muhtelif dinlere girdikleri ve eski inançları ile benimsedikleri yeni inançları çatıştığında, çatışan unsurları yeni dinden aldıkları motiflerle besleyerek yaşadıkları görülmüştür. İslam dinini kabul eden Türkler, Şamanizm, Budizm, Mazdekizm ve girdikleri diğer dinlerin tesiriyle Anadolu’ya girmişlerdir. Özetlemek gerekirse, konar-göçer Türkmen zümre, bugünkü Alevi-Bektaşi çevrelerinin atalarıdır. Bugün İslamiyet’i benimseyen Sünnilerle Aleviler’in farklı ibadet uygulamalarının olmasının sebebi, o dönemde Türkmenlerle yerleşik halkın dini algılayışlarındaki fark idi. Şehirli halk, medreselerde (okullarda) öğretilen Kuran’la Sünniliğe dayalı İslam’la yoğunlaşırken, konar-göçer Türkmenler önce İranlı ardından Türk Sufiler tarafından getirilen tasavvuf ağırlıklı bir mistik İslami anlayışı benimsemişti. Bu ayrışmanın altında yatan sebep Türkmenlerin büyük bir çoğunluğunun okuma-yazma bilmemeleri ve yerleşik hayat şartlarında daha kolay uygulanabilir olan abdest, namaz, oruç gibi ibadetleri fazla önemsememişlerdi. XI. yüzyılda Anadolu’ya göç eden Aleviler Vefai, Yesevi, Kalenderi ve Haydari gibi Türkmen Babaların etrafında odaklaşmışlardı. Bugün kimilerince eleştirilen Alevilerin kadınlı-erkekli ibadet yapmalarının altında yatan sebep, o dönemdeki Babaların, eski Türklerden devam ettirdikleri kadınlı-erkekli müzikli törenleri Sünniliğin hoş görmemesine rağmen terk etmemeleri ve cinsiyet ayrımı yapmanın muhtemelen göçebe hayat şartlarında kolay uygulanabilecek bir durum olmamasından kaynaklanmıştır. Aksi halde bu Alevi Babaların İslamiyet’e karşı ne denli samimi oldukları, evvela yüklendikleri dini misyondan dahi izaha gerek yoktur.



Osmanlı İmparatorluğu tıpkı Selçuklu Devleti gibi, İran sempatizanı oldukları gerekçesiyle Alevileri, diğer sosyal tabakayı etkilememeleri için onları olabildiğince az etkileşim kurabilecekleri kırsal ve dağlık bölgelerde tutmaya devam ediyordu. Osmanlı Devleti’nin Alevi kesimi ulaşılması zor yerleşim bölgelerine göndermesi, onun Sünniliği hakim din anlayışı olarak görmesinden ve İslam’a karşı tehlike arz eden tüm düşünceleri ondan ve dolayısıyla imparatorluğun bulunduğu şehir merkezinden uzak tutmasıyla açıklanabilir. Alevilerin merkezden uzak yerleşim alanlarını seçme ortak yönleri gibi nedenlerle, Alevilik “sapkın bir inanç biçimi” olarak algılanmıştır. Türkiye’deki Aleviler de, merkezin Sünniliği hakim din olarak benimsemesi ve merkezde odaklanan Sünnilere karşı savunma refleksi geliştirmek üzere, çevreyi yerleşim alanı olarak kullanmaya devam etmişlerdir. Alevilerle Sünniler arasındaki bu duvar, sosyal ilişkilerin kurulmamasına dolayısıyla her iki tarafın evliliklerine de engel olmuştur.

Merkez-çevre arasındaki bu soğuk gerilim, beraberinde çeşitli ayaklanmaları da getiriyordu. 1511’de Şah İsmail taraftarı olarak II. Beyazıd yönetimine yapılan Şahkulu İsyanı oldukça geniş yankılara sebep olmuştu… Bunun hemen akabinde sırasıyla Nur Ali, Bozoklu Celal, Süklüm Koca, Baba Zünnun ayaklanmaları görülmüştür. Osmanlı Devleti döneminde cereyan eden ve en büyük köylü-çiftçi ayaklanması olarak nitelendirilen Kalenderoğlu Ayaklanması (1527) elbette merkezin-çevreyle, çevrenin de merkezle hoşnutsuzluk sebebiyle cereyan eden sosyal olaylardır. Belki de bu kadar çok ayaklanma neticesinde, II. Mahmud Hacı Bektaş’a yakınlık besleyen Yeniçeri Ocağı gibi Bektaşi Tekkelerini 1826 yılında kapatmıştı. Aleviler, Kureyşan Aşireti önderliğinde (27 Mart 1916) bir ayaklanma daha gerçekleştirmiş ve Koçgiri İsyanı (8 Mart 1921) ile Osmanlı İmparatorluğu dönemindeki son serzenişlerini meydana getirmişlerdi.

Yeni devletin kuruluş aşamasında Atatürk’ü desteklemek ve benimsetmek üzere Alevi önderlerin, Alevi halkını uyardıklarını hatta Atatürk’e destek vermeyenlerin Alevilikten çıkmış olacağını söyleyerek, yeni devlet yapılanması içerisinde bir yer edinmek için çaba sarf ettikleri görülür. Atatürk’e ve Cumhuriyetin kuruluşuna destek veren Aleviler, yeni sistemin tüm toplumu kucaklamasıyla kendilerine bir yaşam alanı bulmuş ve Cumhuriyet’in imtiyazlarıyla bir kimlik, bir benlik kazanmayı başarmışlardı. Cumhuriyet dönemiyle birlikte ve özellikle Genç Türklerin getirdiği aydınlanmalarla, devletin merkez-çevre kutuplaşması değişmiş ve laik söylemlerle çevre, merkeze davet edilmişti. Cumhuriyet’in başarılı toplumsal yapılanmasıyla, merkez-çevre kutuplaşması yıkılmış ve Aleviler merkezde yerlerini almışlardı. Cumhuriyet kurulduktan sonra 1937-38 yıllarında vuku bulan ayaklanmalarla süregelse de, bu ayaklanmalar sadece daha iyi şartlarda yaşamak için gerçekleşmiştir denilebilir.



Atatürk, Kurtuluş Şavaşı sırasında hem İttihat ve Terakki Cemiyeti’ndeki subaylarca destek almış hem de kendisi 25 Aralık 1919’da Hacı Bektaş Tekkesi’ni ziyaret ederek laik sistem inşasından bahsederek, Aleviler’in desteğini istemişti. Batıni gelenekten gelen Aleviler, Osmanlı İmparatorluğu’nun Sünni mezhep anlayışında, itilmiş bir gelenek olduklarından Atatürk’ün yanında Kuvai Milliye’de tam destek verdiler. TBMM’de milletvekili olan kimi Aleviler, halifeliğin kaldırılmasında da büyük önem arz etmişlerdi.



Cumhuriyetin ulus-devlet inşası çerçevesinde, devletin ılıman din ve etnik köken mesajları Alevileri çevreden, merkeze doğru kaydırmayı başarmıştı. Köy ve köylüğü, Türklüğü yücelten bir kavram geliştiren Cumhuriyet’in ilk yılları, devletin yapı taşları olarak köylü-halk-ulus kavramlarını aynı paralelde ele alıyordu. “Köylü milletin efendisidir” sözüyle amaç, köylü-kentli arasındaki sınıflaşma-farklılaşma-gruplaşmayı minimalize etmeye çalışmaktı. Kentleşme dönemiyle mücadele eden Alevilerin, geleneklerinin köyden kente taşınmasıyla, kültürlenme ve kültür değişimi yaşamalarıyla, Sünni kesimle nispeten daha ılıman diyaloglar kurmaya başladığı görülür. Bu olumlu diyalog, hem Alevilerin hem de Sünnilerin Cumhuriyetin laik devlet inşasıyla, geleneklerindeki değişimlere olumlu cevap vermeleri ve buna uyum sağlamalarıyla açıklanmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti’nin, Cumhuriyet projesi çerçevesinde ele aldığı köy-kent barışması sonucu, köy ailesinin kapalı toplum geleneklerinde değişme meydana gelmiştir. 1950-1986 yılları arasında tarımla ilişkisini kesen köy ailesinin oranı yedi kat artarak 27 milyona ulaşmıştır. Bu da, ülke genelinde kentlere yoğun göçün ifadesidir. Cumhuriyetin ilk yıllarında, toplam nüfusun % 75’i kırsal alandayken, günümüzde bu oran % 35 olmuştur.



Cumhuriyetin demokratik ve laik söylemlerini, dönem dönem sarsan olaylar tümüyle bitmiş değildir. Alevilik konusuna sadece dini açıdan yaklaşanların, Alevileri Müslümanlıktan dışlama propagandaları, 2 Temmuz 1993 tarihinde Sivas Madımak Otel’inin “yobazlarca” ateşe verilmesi ardından 37 kişinin (içlerinde Aleviler bulunmaktadır) canlı canlı yanarak ölmesiyle neticelenmiştir.

Cumhuriyet’in, üst kimlik Türk milleti ile kaynaştırmaya çalıştığı diğer alt kimliklere yönelik devlet projesi, başlangıçta başarı elde etse de, projenin devamında kopukluk olduğu görülmektedir. Türk devleti, çalkantılı geçen 1960 yıllarında, askeri ihtilalle birlikte sosyal konulara vermesi gereken ehemmiyeti esirger olmuştu. Yarım kalan toplumsal kimliğin oluşumunu devam etmek bir yana, sosyal konuların araştırılmasını dahi sakıncalı bulunarak, sadece Türkiye’de sosyal bilimlerin gelişmesine engel olmamış, bu gaye ile aydınlanacak sosyal konuların topluma yön vermesini de sekteye uğratmıştı.

Bu sebeple Alevilerin, “takıyye” yani mezheplerini toplum içerisinde gizleme doğrultusunda Altıncı İmam Cafer-i Sadık’tan aldıkları “yolunu, altınını, mezhebini gizli tut” buyruğu, Sivas Katliamı gibi olayların cereyan etmesiyle tekrar gündeme gelmiştir. Aleviler, bulundukları toplumun kültürel anlayışına göre Alevi olmak sırrını yani saklanma-gizlenme eğilimini sürdürmeye devam ettikleri de görülmektedir.



Yineliyorum… Ben Türk milletinin bir zenginliği olan Alevilerle çok vakit geçirdim ve her daim dostluk görüp-dost oldum. Çünkü BİZ demek, sadece atalarımızın ve geleneklerimizin ortak olması bakımından değil; BİZ gerçekten BİZ olduğumuz için araya nifak sokanlara inat, Yüce Türk Milleti olarak, Sünnisiyle-Alevisiyle, büyük ailemizi oluşturmaktayız. Bu yazıyı çok sevdiğim Alevi arkadaşım Yazbahar’a dostane muhabbetlerimle kaleme aldım…

0 yorum:

Yorum Gönder